Meslekten gelen bir alışkanlıkla, öteden beri sadece gazetelerin birinci sayfa baş yazılarını değil, göze çarpmayan sütunlardaki küçük haberleri de okurum. Kimi zaman da mesleğin gereği olarak, gündemde genel geçer sorunlar neyse gazetelerde çoğunluk ona baş köşenin verildiğini bildiğim halde, ''Keşke bu haber birinci sayfadan ve iri puntolarla duyurulmuş olsaydı!'' diye aklımdan geçiririm; çünkü genelde bu küçük haberler, gerek ülkem, gerekse ülkem insanı ve kentleri için olsun, bana göre genelgeçer çarpıcı siyasi haberlerden daha önemlidir.
İşte bunlardan biri, 6 Ekim 2005 tarihli Cumhuriyet gazetesinin 3. sayfasında yer alan bir paragraflık haberdi. Tam da İstanbul'un kurtuluşunun yıldönümüne rastlayan bir tarihte, ''Dünyada yaşanacak en iyi 127 kent'' listesinde İstanbul'un 102. sırada yer aldığı bildiriliyordu. Şaşırmamak mümkün değildi... Nasıl olurdu? İstanbul tarihi geçmişi, doğal güzellikleri, yemek kültürü, Kapalıçarşısı, Boğazı, hatta Boğaz köprüleri, yalıları, denizi, havası, suyu, Türk insanının konukseverliği, bir bir yükselen turistik otelleri, Pera'sı, hatta beş istasyonlu metrosu ile büyük bir metropoldü, bir dünya kentiydi!.. Türkiye'nin gözbebeğiydi!.. Yerel belediyelerin, altyapı değil, üstyapı, toprak üstü imar çalışmalarında hepsi birbirinden görkemli binalar dikmek için adeta birbirleriyle yarıştıkları, en büyük yatırımların akıtıldığı bir kentti...
En çağdaş pahalı oteller buradaydı, en lüks alışveriş merkezleri peşpeşe bu kentte açılıyordu, son model arabalarıyla, halkımız biraz soluk alsın, trafik rahatlasın diye(!), iki ayda bir sökülüp sökülüp yeniden yapılan kaldırımları ve yollarıyla, ABD'nin Manhattan'ına inat, müthiş MASHATTAN imar projesiyle, turiste hizmet etmek amacıyla tarihi okul binalarımızı, garlarımızı otellere dönüştürme yaratıcılığıyla, masmavi gökyüzüyle (''Fark ettiniz mi, gökyüzü ne kadar mavi'') , yemyeşil çevresiyle (''Fark ettiniz mi, çevreniz ne kadar yeşil?'') İstanbul tam da yaşanılacak, özlenecek bir kent olması gerekirken, bu 102'nci sıra da ne demeye geliyordu acaba? diye düşünmemek mümkün değildi tabii..
Sonra bir de baktık ki, bu saydığımız özellikler meğer sanal âlemde kalıyormuş... Kentlerin yarıştığı 5 ana kategori ''istikrar, sağlık hizmetleri, çevre koşulları, eğitim, altyapı, kültürel etkinlikler''miş, bu sınıflandırmada 100'ün üzerinde sadece 39 puan alabilen İstanbul'la aynı sırayı, Suudi Arabistan'ın Al Khobar ve Riyad ile Filipinler'in başkenti Manila ve ünlü El Halil sinekli açık hava çarşısıyla Mısır'ın Kahire kentleri paylaşıyormuş.. Sözün kısası İstanbul bu 5 ana kategoride ''sınıfta kalmış'' ...
Bu arada hemen ekleyelim ki, ülke olarak en büyük şansımız, Suudi Arabistan, Filipinler ve Mısır'ın yanı sıra Dubai'den söz edilmemesi. Yoksa bir dünya metropolü olan İstanbul'un en seçkin semtinde MASHATTAN projesinin belki de ilk adımı olacak kıvrak gökdelenleri kim dikerdi?
Economist dergisinin yayımladığı, bizim basına küçük bir haber olarak yansıyan bu haberde, işin şaka götürür yanı olmadığı gibi, en çarpıcı olan, şu gerçeğin açık seçik ortaya çıkması: Bir kentin dünya metropolü etiketiyle anılması için, öyle ''Ben gökdelenleri çok seviyorum, çağdaş bir kentin uygarlık simgesidir'' gibi sözleri yeterli olamıyor.. Elektriğin, suyun, örneğin Nişantaşı'nda, Levent semtlerinde artık kesilmediğini söylemek de... Ya da dünün Beyoğlu'su bugünün özenti adıyla Pera'nın lüks kahvelerle donatılması.. Ya da kamuoyunun istekleri, mimar mühendis odalarının, kent planlayıcılarının görüşleri alınmaksızın, sözgelimi bir gecede alınan kararlarla, 5000 senelik tarihi geçmişin, çirkin gökdelenlerle yok edilmesi... Bütün bunlar bir kenti ne yaşanabilir kılıyor, ne dünya metropolü, ne de çağdaş yapıyor...
İstanbul gerçeğini görmek için fildişi kulelerden aşağılara inip, halkın arasına karışmak gerekiyor... Bu güzelim kentin arka sokaklarını, arka mahallelerini bir bir dolaşmak gerekiyor.. Lüks arabalardan inip, otobüslere binmek, kırmızı ışıklarda durmak, yeşil ışıklarda yaya yürümek gerekiyor.. Devlet hastanelerinin koridorlarında sırasının gelmesini, bir ameliyat ya da muayene için belki aylarca beklemek gerekiyor... Eğitimde eşitliğin kalmadığı bir ortamda, paralı eğitim dışında çocuklarımızın, hâlâ sobası olmayan semt okullarında 60 kişilik sınıflarda eğitim yaptığı gerçeğini yaşamak gerekiyor... ''Gökyüzünün ne kadar mavi olduğu'' yazılı afişlerin altında uzanan yollardaki trafik keşmekeşinde insanlarımızın nasıl çile çektiğini ya da ne kadar trafik kazalarının olduğunu unutmamak gerekiyor...
Ve bütün bu olumsuzluklara karşın, hâlâ ''Aman Tanrım ne güzel!'' diyebildiğimiz bu kentin, Arap şeyhlerine peşkeş çekilmesi için, tüm İstanbulluların el ele yürek yüreğe vererek direnmesi gerekiyor... Piyer Loti 'lerin, Lamartin 'lerin övgüler dizdiği İstanbul'un, yaşanabilir, soluk alınabilir bir kent olması için ''gökdelenlere'' hayır denmesi gerekiyor... Ve bütün bu gerekenlerin bir an önce yapılması gerekiyor... Yoksa İstanbul avuçlarımızın içinden kayıyor, yok oluyor, tükeniyor...