Kıyılarımız, Kentlerimiz

Senelerdir yaz tatillerinde Datça'nın bir köyüne gideriz. Doğal sit alanı, dünyanın en güzel köşelerinden birisi. Ve her sene biraz daha yapılaştığına, betonlaştığına tanık oluruz. İşi kitabına uydurmak için tekerlekler üzerinde ev bile yapılıyor.

Sayıştay 'sahil yağması' konusunu inceleyip bir rapor hazırlamış. Geçen gün gazetelerde haber oldu. Ne gerekçelerle kıyı yağması engellenememiş, şaşırıp kalıyor insan.

İstanbul'da kıyılar doldurulup planlar sonradan buna göre yapılmış, Bozburun'da rant getiren yerlerde kıyı kenar çizgileri belirlenememiş, Fethiye'de kıyı koruma çizgilerini belirleyen paftalar esrarengiz bir biçimde kaybolmuş, Datça Bozburun'da 271 kaçak yapı devlet daireleri arasındaki yazışmalar bitmediği için yıkılamamış, Kemer'de izinsiz yapılan bir iskele devlet dairelerinin teknik yetersizliği nedeniyle yıkılamamış, İzmir Çeşme'deki kıyı ihlâlleri de devlet daireleri arasındaki yazışmalar 10 yıldır bitirilemediği için ortadan kaldırılamamış!

Oysa bu konular bazı yerlerde çok önceleri çözüme bağlanmıştı. Bizans İmparatoru Justinian tarafından çıkarılan bir yasaya göre İstanbul'da kimse başkasının denizi görmesini engelleyecek biçimde bina yapamazdı. İstanbul'un tepeler üzerinde kurulmuş olması, bu yasanın uygulamasını mümkün kılıyordu.

Bu yasanın şiddetle uygulandığı ve eski İstanbul'da bütün evlerin deniz gördüğü söylenir. Aynı yasaya göre, denize 100 adımdan daha yakın bina yapılmazdı. 16'ncı yüzyılla 17'nci yüzyılın ilk yarısına kadar evler taştan veya tuğladan yapılırdı, bir veya iki katlı olurdu. Daha sonra evler ahşaptan yapılmaya başlandı ve yangın tehlikesi arttı. 18'inci yüzyılda kurulan itfaiye örgütüne (tulumbacılar) rağmen İstanbul sık sık büyük yangınlara maruz kaldı.

Justinian'ın yasası yürürlükten kalkınca insanlar birbirinin üstüne sıkışık nizam ev yapmaya, denize kazıklar çakıp üzerine yalılar inşa etmeye başladı. Osmanlı dönemi İstanbulu'nda sokaklar dar, çamurlu ve çukurlarla doluydu. Bir arabanın geçeceği genişlikte yol pek azdı. Zaten öyle pek fazla araba da yoktu. İnsanlar yürüyerek veya ata binerek bir yerden başka bir yere giderdi. Pek çok fermanla gayrimüslimlerin ata binmesi de yasaklanmıştı. Ata binmiş bir Müslüman'la yolda karşılaşacak olursa, gayrimüslimin kenara çekilerek yol vermesi gerekirdi.

Müslümanların evlerinde pencereler kafesliydi (benim çocukluğumda bile kafesli pencereler vardı). Müslümanlar evlerinin dış görünüşüne fazla önem vermez, daha çok evlerin iç görünüşünde estetiğe, rahatlığa ve temizliğe önem verirlerdi.

Kentlerin tüzelkişiliği yoktu. Bu nedenle tam bir 'belediye yönetimi' de yoktu. Avrupa'da görüldüğü biçimiyle bir feodalitenin olmaması, kent yönetiminde sağlam gelenekler oluşmasını engellemiş olmalı. Avrupa kentleri ortaçağda bile özerk idari birimler olarak karşımıza çıkıyor.

Ama artık ne ortaçağdayız, ne de Osmanlı döneminde. Kıyılarımıza ve kentlerimize sahip çıkacak kadar büyümüş olmalıyız, değil mi?