Soru şu: Kerpiçi suçlu ilan edersek, acaba depremden sonra yapmamız
gereken sorgulamayı yapmış oluyor muyuz?
40 küsur kişinin can verdiği 6 şiddetindeki Elazığ depreminin ardından,
siyasetçiler kerpiçten yapılan evlerin felakete neden olduğunu belirttiler.
Bölgedeki geleneksel evlerin kerpiçten yapılmış olması felakete neden olmuş.
Depreme dayanıksız kerpiç evler, gece uyurken insanların üzerlerine yıkılmış.
Beton yapılar gibi yıkıldığında plaklar arasında “yaşam üçgeni” olarak
adlandırılan boşluklar yaratmayan kerpiç evler, sarsıntıyla un ufak oldukları
için kurtarma çalışmaları da etkisizleşmiş. Oysa bölgede beton evlerde yaşayan
insanlardan ölen olmamış. Beton evler ayakta kalmış, bazılarında yalnızca
çatlaklar oluşmuş. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu şiddetteki bir depremde
kimsenin burnunun dahi kanamaması gerekirdi. Dünyadaki birçok örnekte de
görüldüğü gibi, 6 şiddetindeki bir depremde kolay kolay kimse zarar görmüyor.
Demek ki bu ortada sorgulanması gereken bir durum var. Soru şu: Acaba kerpiçi
veya başka bir malzemeyi suçlu ilan edersek, depremden sonra yapmamız gereken bu
sorgulamayı yapmış oluyor muyuz? İşte bu soru, yani Elazığ’daki bu depremde
ısrarla kerpiçin can kayıplarına neden olduğunun söylenmesi, benim kafamı
karıştırdı. Acaba yarın öbür gün, Allah esirgesin, daha şiddetli bir deprem
olursa, bu defa da betonu mu suçlayacağız? Batıda bir deprem olduğunda insanları
beton öldürdü, doğuda olduğunda ise kerpiç öldürdü diye mi açıklayacağız?
Eğer gerçek suçluyu arıyorsak
Kerpiç, toprakla samanın karıştırılarak kurutulmasıyla elde edilen bir yapı
malzemesi. Ahşapla veya taşla birlikte de kullanılıyor. Kuzey Afrika ülkelerinde
yüzyıllardır ayakta duran kerpiçten yapılmış binalar, kaleler bile var.
Anadolu’da da kerpiç binlerce yıldır kullanılan bir inşaat malzemesi. Kerpiçle
ilgili bu açıklamalar, bana 1999 Körfez felaketini hatırlattı. O zaman
insanların ölümüne beton binalar neden oldu denmişti. Deprem travmasını yaşamış
olan bölge halkı da, soğuklar bastırdığında ayakta kalan beton binalara, kendi
evlerine yeniden yerleşmek yerine -yapsatçı kentsel dönüşümün dışında kalmış-
eski kerpiç binalara, köylerdeki akrabalarının yanına sığınmıştı. Hatta hayatta
kalanlar arasında kerpiç evini kat karşılığı müteahhide verdiği için perişan
olmuş çok sayıda insan vardı. Beton binalar onların ailelerine mezar olmuştu. Bu
deneyimi yaşayan insanlar birçok depremde kerpiç binaların ayakta kaldığını
görmüştü. Bolu, Düzce, Gölcük gibi yerleşim alanlarının kırsal kesimlerinde hâlâ
gördüğümüz geleneksel kerpiç yapılar, ahşap çatkılı. Yani taşıyıcı karkasları
ahşaptan yapılma. Bu yüzden deprem yüklerine karşı mukavimler, yani yatay
yüklere, sarsıntılara dayanıklılar. Elazığ’da gördüğümüz kerpiç yapılar ise
yığma. Taşıyıcıları bağlayıcı özelliği olmayan kerpiçle sıvanmış düzensiz
biçimli taşlardan oluşuyor.
Demek ki sorun evlerin kerpiçten veya betondan olmasında değil, yapılış
biçiminde. Sorun düşünmeyi, araştırmayı yok sayan, binaların yapılış yöntemine,
tekniğine bakmadan, durumunu değerlendirmeden peşin fikir ileri süren, yıkılan
yapılarda kerpiç kullanıldı diye kerpiçi suçlu gösteren zihniyetin kendisinde.
Çünkü gerçekte insanları depremler değil, yaşanan felaketlerden ders
çıkaramayan, görevini yapmak yerine bu tür kestirme sonuçlar çıkarmayı tercih
eden bu yobazlık öldürüyor.
Eğer gerçek suçluyu arıyorsak, söyleyelim: Betonu, kerpiçi, taşı, tuğlayı
akla ne gelirse suçlu ilan eden, sorunun basitçe bir malzeme veya TOKİ’nin
yapacağı bir inşaatla çözüleceğini zanneden bu ilkel tepeden inmeci zihniyet.
Bu kafayla daha çok insanlar ölecek!
Geleneksel üretim tarzında, yapma bilgisi yanında risk bilgisi de üretim
içinde öğrenilir. İnsanlar mühendise, mimara, imar planına ihtiyaç olmadan
güvenli bir çevrede yaşamayı imkanları ölçüsünde başarabilirler. Oysa modern
toplumda geleneklere, göreneklere dayalı bir üretim tarzı yok. Yönetmelikler
var. Belediyeler var. Uzmanlar var. Sanki bugüne kadar TOKİ Anadolu’da hiç konut
yapmamış da şimdi, onca insan öldükten sonra onun halkın yardımına koşacağı
söyleniyor. Türkiye’nin neredeyse tamamı deprem bölgesi. Bütün Türkiye’yi tek
başına TOKİ mi inşa ettirecek? Devletin dışında kimse kendi imkanları ile kendi
evini yaptıramayacak mı? Uzmanlar, mimarlar yalnızca zenginlere mi hizmet
verecek? Yoksullar hayatlarını kurtarmak için köleler gibi onlarca yıl ev
taksiti mi ödeyecek? Bölgelerdeki ekonomik farklılıkları dikkate alan,
insanların yaşama koşullarına radikal bir müdahale gerektirmeyen, imkanların
akılcı ve yaygın bir şekilde kullanılmasını, erişilebilir olmasını sağlayan
başka konut üretim modelleri olamaz mı? Kamu, belediyeler halkın uzmanlık
hizmetlerine erişimini sağlayamaz mı? Türkiye’de mimarlık, mühendislik gibi
konuların yerel katılım, imkanlar, koşullar, istihdam, hatta gerekiyorsa kerpiç
benzeri yerel malzemeler ile de gelişebileceğini söyleyecek kimse yok mu?
Yöneticilerin halkı neredeyse bir engizisyon mahkemesi gibi, bu tür bir
modernleşme modeline mahkum etmeye hakları var mı? Sorun ne geleneksel
malzemelerde, ne yoksul halkın cahilliğinde, sürekli iddia edildiği gibi...
Sorun yerleşim alanlarını modernleştirmeyi, iyileştirmeyi, sağlıklılaştırmayı bu
tür tepeden inmeci çözümler olarak gösteren zihniyette.
Bu zihniyet devam ettikçe yerel halkın koşullarına ilgi gösteren, sorunlara
temas eden, bilgi paylaşan, kendi sorunlarını çözmesine yardımcı olacak bir
yönetim olmayacak. Bu zihniyet devam ettiği sürece insanlar, dar kafalı
bürokratların dayattığı çözümlere mahkum olacak. Bu yüzden kendi başlarına,
kendi imkanlarıyla, sorunlarını asgari akılcılaştırma fırsatlarına sahip
olmaksızın çözmeye çalışacaklar. Gelirlerimizin yarısından fazlasına el koyan
devlet, yerel yönetimler hiçbir işe yaramayacak, kaynaklar çarçur edilecek,
devlet ancak felaketlerden sonra yardıma koşacak. Bu kafayla daha çok insanlar
ölecek!