İstanbul'da yaşanan dönüşüm süreci ile sınıf çatışmalarından arındırılmış mutena semtler; fabrikasız, işçisiz, yoksulsuz ve yoksulluğa bağlı suçların olmadığı bir dünya kenti hedefleniyor... Bu şekilde, üst düzey yöneticiler, kalifiye uzmanlar, sanatçılar vs kente çekilebilecek; üretimden arınmış bir tüketim kenti oluşturulacak. Üretimi de, işçiyi ve yoksulu gönderdiğimiz yerlerden bekleyeceğiz her hal. Bu bildik hikâye çerçevesinde TOKİ kentin çeperlerinde sürekli toplu konut üretiyor; işçiyi ve yoksulu bu konutlara iteliyor/öteliyor.
Bu genel çerçeveden bakınca dönüşüm projelerinin öngördüğü yaşayanların "yerinden olma" süreçlerinin henüz ilk aşamasında olduğumuzu düşünebiliriz. İşçi sınıfı ile işsiz ve yoksul kesimlerin bu ilk aşamada sevk edildiği toplu konut adacıklarının ömrü de bu çerçevede uzun olamaz. İnsanların kendi kurdukları yaşama alanları, içinde bulundukları ilişkiler ağını da ifade eder ve o ilişkileri taşır. Oysa TOKİ tarafından uygun görülen toplu konut adacıklarının bu ilişkiler ağının ya farkında olmadıkları ya da bu ağı yok etmek istedikleri anlaşılıyor. Yeni inşa edilen adacıkların mesafe olarak uzak olması, eski ağlardan faydalanmayı da engelliyor. Varlıklarını uzun süredir enformel ilişkiler üzerinden sürdüren yoksul kesimlerin bu ilişkileri yok sayan bir mekânsal örgütlenme içinde yaşayabilmeleri olası değil. Aynı durum sosyal güvenceli işçi sınıfı için de geçerli; çünkü alım/yaşam gücü iyice zayıflamış işçi sınıfı da çeşitli biçimlerde bu ağa entegre olmuş durumda ve kopması işsiz ve yoksul kesim kadar olmasa bile onlar için de yıkım anlamına gelir.
Sarıyer'de oturan bir aile düşünün. Baba Sanayi Mahallesinde bir atölyede çalışıyor; anne çevredeki villalara temizliğe gidiyor ve büyük oğul da sahildeki bir barda otopark görevlisi olarak çalışıyor. Bu ailenin İkitelli'ye taşınması yalnızca barınma hakkına değil yaşama hakkına yapılmış bir tecavüzdür ve taşınma halinde bir aile olarak yaşama olanağı hemen hemen kalmaz. Hakim kanaate göre, bu yaşayamama hali ailelerde dağılmalara neden olacak, oluşturulan toplu konut adacıklarında gettolaşma gözlenecek. Ailelerin bile dağıldığı bir süreçte yoksul kesimlerin birbirleri ile dayanışma hali zaten beklenemez. Hâkim olacak yoksulluk hali "yeni yoksulluk" olarak adlandırılan bireyselleşmiş bir yoksulluk olacak ki bu da her türlü sosyal ve psikolojik olumsuzluğa gebe bir hal.
Uzun lafın kısası, bugün bu alanlara taşınanların yakın gelecekte İstanbul'u tamamen terk etmeleri gerekecek. Çaresizlik nedeniyle bu toplu konut adacıklarında kalanların da bugün gecekondu yaşayanlarına layık görülenlerden daha ağır suçlamalarla karşı karşıya kalacakları ve yeniden dağıtılacakları öngörülebilir. Bu süreç, Avrupa'da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan sosyal konutiarda yaşayan kesimler için 1980'den bu yana çalışmaktadır. Toplu konut adacıklarının yaşam sürelerinin bizde Avrupa'daki kadar uzun ömürlü (30-40 yıl) olacağını da düşünmüyorum; çünkü bizdeki örnekleri ekonomiden ve toplumsal ilişkilerden tamamen koparılmış projelerin ürünleridir, dahası hâkim ekonominin ve yaşama biçiminin dikte ettiği bir uzaklaştırma politikasına karşılık gelirler.
Yapılması gerekenin önünde engel oldukları için siyasetçileri suçlamak, ekonomiye dem vurup ranta karşı siyasal kararlılık talep etmek çok yaygın ve kolay. Ama siyaset-iktisat ikilisinin eklemlenmişliği bu iyi-niyetli önerileri boşluğa düşürüyor. Geriye yaratılacak kamusallıklar üzerinden siyasal alternatifler oluşturmak ve bu projeleri geliştiren iktidarı baskı altına almak dışında bir yol kalmıyor.
Diğer yandan, yukarıda sıralanan gelişmelere neden olacak projeleri siyasetçiler değil uzmanlar hazırlıyor ve bu uzmanlar bazen siyasetçileri bile zehirleyebilecek kadar sistemden beslenir hale gelmiş olabiliyor. Topu siyasetçilere atmadan meslek alanlarımızda yaptığımız projeleri düşünme zamanı geldi de geçiyor. Siyasal alanda yürütülen hâkim dönüşüm biçimine karşı mücadelenin, meslek alanına da girmesi ve meslek alanında çatışmanın bu projeler kesilene kadar sürdürülmesi kaçınılmaz. Meslek odalarının dönüşüm projelerine karşı söylemleri ve açtıkları iptal davaları yeterli değil; çünkü meslek dışı aktörlere karşı gösterilen sert tavır, nedense meslek/camia içi tavırla uyuşmuyor.
Meslek etiği tartışmaları akademik alanda yapılıyor ama iş uygulamaya gelince tıkanıyor. Bu tartışmalar bildirilerde/makalelerde kaldığı sürece camia içi yaptırımlar haline gelemez. Oysa, bir arada yaşama kuralları meslek alanlarında da geçerlidir ve son dönemde yapılan dönüşüm projeleri ile büyük ölçekli mimari projelerin büyük bir çoğunluğu, ayıplanmayı, sokakta yürürken yere tükürmekten çok daha fazla hak etmektedirler. Yaklaşan meslek odası seçimleri öncesinde ilgili meslek alanlarının bu yönde tartışmaları artırmaları ve yollarına hâkim sürece muhalif, akılcı ama gerektiğinde meslek camiası içinde de sertleşebilen gruplarla devam etmeleri, dönüşüm süreçleriyle kentlerimizde yaşananların engellenmesinde yaşamsal önemdedir. Meslek insanları meslek alanları içinde meşruiyet yitirmeyi, ayıplanmayı göze alamazlar. Özellikle yakın gelecekte seçim sürecine girecek şehir plancılarına ve mimarlara duyurulur!