Sürdürülebilir Ulaşım Derneği'nin Hollanda’daki ‘bisikletli yaşam’ deneyimini İstanbul’a aktarmak üzere Hollandalı kentsel tasarım firması YARD 9 ile birlikte geliştirdiği BikeLab İstanbul Projesi’nin Aralık 2012'de gerçekleştirilen çalıştayında konuşan Sibel Bülay'ın aktardığı anekdot, bisiklet ve ulaşımla kurduğumuz ilişkiyi çok iyi özetliyordu: Bağdat Caddesi’nde yapılan yeni bisiklet yolunun, araç sürücülerinden gelen 'trafik sıkışıyor' şikayetleriyle kaldırılması. Çalıştayla aşağı yukarı aynı tarihlerde yayımlanan 'Bir Tur Versene' kitabının yazarı, bisiklet sever Aydan Çelik'in bir tespiti bu durumu çok güzel açıklıyor; o da Türkiye’de ulaşımda belirleyici olan unsurun 'hak' değil, 'güç' olması. Yine Çelik'in sözleriyle aktarırsak; arabalar için belirtilen '80 beygir, 100 beygir' gibi standartlar, aynı zamanda sosyal hayatı da domine ediyorlar; hiyerarşiyi belirliyorlar.
Belki tam da bu nedenle, bisiklet çocuklukla özdeşleşen bir metafora dönüşürken; bir 'ehliyet' gerektiren motorlu taşıtlar, 'yetişkin' dünyanın temsillerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Belki de bu nedenle, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 'trafikten kaynaklanan hava kirliliğinin azaltılması, gürültü kirliliği ve küresel ısınma ürezinde olumlu etki yaparak insan sağlığının ve çevrenin korunması açısından önem taşıyan, ekonomiye de olumlu etkileri olduğu bilinen bisiklet kullanımının yaygınlaştırılması için' bisiklet yolu yapımı projelerini destekleyeceğini açıklarken; örneğin İstanbul'un kent gündemini çok uzun zamandır meşgul etmekte olan en önemli projelerden biri olan Taksim yayalaştırma projesinde 'bisiklet'ten hiç bahsedilmiyor. Kentlerimiz hızlı bir değişim ve dönüşüm yaşarken, elbette hareket kabiliyetlerimiz de bundan payına düşeni alıyor.
Bisiklet yazılarıyla çizilerini topladığı ve kısa sürede ikinci baskısını yapan kitabı 'Bir Tur Versene'de yer alan manifostada bisikleti, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, tevazu, çocukluk, aylaklık, sükûnet, idrak, rüya, hayal gücü, denge, şeytan arabası, aşk, libido, bahar, yaz, kış, devrim sözcükleriyle yan yana kullanan Aydan Çelik ile Türkiye ulaşımını belirleyen 'güç'ün seleden nasıl göründüğünü konuştuk.
“Ulaşımla ilişkimiz fantastik, bazen de grotesk”
Türkiye genelinde ulaşım konusunda belirleyici unsur nedir?
Bu sorunuza bisiklet kullanan bir yurttaş olarak cevap vereyim. Türkiye’de ulaşımda belirleyici olan unsur 'hak' değil, ‘güç’. Arabalar için belirtilen 80 beygir, 100 beygir gibi standartlar, sadece teknik bir detay değil; sosyal hayatı da domine eden bir şey. Biliyorsunuz dünya genelinde selektör yapmak, “Buyrun geçin, size yol veriyorum” anlamına gelir. Ama bizim buralarda, “Sen bekle, ben geçeceğim” şeklinde uygulanır.
Zihni Sinir’in yaratıcısı İrfan Sayar’ın bir fikri vardı; “Bu arabalardaki bütün sinyaller emredici ve karşındakine hükmeden şeyler... Mesela bir tane de mavi ışık eklesek” diyordu... “Efendim, lütfen siz önce buyurun” ya da “Nasılsınız, iyi misiniz?” gibi anlamlar taşıyan. (gülüyor)
Hiyerarşi yukardan aşağıya işliyor. Mesela motosiklet kullanıcıları. Sürekli iki tekere saygı talep ediyorlar, ama sanırım motoru olan iki tekerlekleri kastediyorlar. Kimse alımasın, ama motosiklet bisikletin motorlu olanı değil, arabanın iki tekerli olanı gibi kullanılıyor bu memlekette.
Biraz da çuvaldızı kendimize batıralım; bisikletçilerle yayalar arasındaki durum da çok farklı değil aslında... Bostancı sahil yolunu konuşalım. Bazen yayalar bisiklet yoluna geçiyor. Evet, geçmemeleri lazım ama bisikletçiler de o yolda sürat yapıyor. Orası bir gezinti yolu; sürat yolu değil. Bu hiyerarşiye dayalı ‘güç paradigması’ maalesef bisikletin de çoğu zaman mağdur, ara sıra da fail olduğu bir yer.
Gücün trafikte yarattığı hiyerarşi dışında, o yolu kullananların maruz kaldığı bir cephesi de var gibi. Güç, trafikteki hiyerarşinin yanı sıra ulaşım politikalarını da belirliyor, onu şekillendiriyor, detaylandırıyor ve dayatıyor; öyle değil mi? Belediyeler ya da merkezi irade diyor ki; “Ulaşım politikalarımızın esasını lastik tekerlikli araçlar oluşturacak”. Örneğin metro ile bütün dünyadan kaç onlarca yıl sonra tanışmış bir kentte yaşıyoruz. Daha pek çok ilimizde metro yok.
“Metro ile yeni tanışmış bir toplum”, bu hafızamda bir şeyi tetikledi. Bir sürü şeyle geç tanışmışlıkla açıklanır ya Türkiye tarihi... Metro ile ilgili durumumuz aslında geç tanışma değil, erken tanışma; Karaköy Tünel var, ama sonra bir kopuş söz konusu. Bu durum bisiklet için de geçerli. Bisikletle de çok erken tanışıyoruz. Thomas Stevens’ın meşhur ‘Bisikletle Dünya Turu’ kitabında Stevens’ın 1884’de San Francisco’dan yola çıktığını ve 1885 yılında bu coğrafyaya geldiğini okuyoruz. Hatta 1885’te İstanbul’dan sonra İzmit’e geçiyor hemen. İzmit’te Fransız bir görevli ile tanışıyor ve bu Fransız görevli Stevens’a 20 senedir burada bisiklet kullandığını söyleyerek ‘boneshaker’ dedikleri kemik çalkalayan türden bisikletini gösteriyor. Nereden baksan 150 yıldır bu coğrafyada bisiklet var. Dünyadaki tarihi de zaten o kadar; bu anlamda tanışıklık eski.
Lastik teker meselesine dönecek olursak, açıkcası üzülüyorum araba içine hapsolmuş insanlara. Zira akıldışı bir yoğunluk var. Biliyorsun BMW’nin “Only flying is better” diye bir sloganı var. Bizden birileri onu “Tek Rakibim THY” diye tercüme etmiş. İyi de o “uçak”, E-5’in ortasında, park etmiş bekliyor. Hepimiz 'Alamancı'yız biraz... Neyi kastettiğimi şöyle açıklayayım; Adalet Ağaoğlu’nun ‘Fikrimin İnce Gülü’ adlı kitabında, ana karakter Bayram’ın bütün hedefi bir tane sarı Mercedes alıp köyünde hava atmaktır... Hala araba üzerinden hava atılan bir yer burası. Aslında bisiklet, özellikle Anadolu’da oldukça yaygın biçimde kullanılan bir araç. Hala çocuklara karne hediyesi olarak 'bisiklet' vaadediliyor. Nasıl oluyor da toplumsal hayatta bu kadar karşılık bulabilen bir özne, örneğin şehirlerde birdenbire o alanını kaybediveriyor?
Öncelikle bisiklet, ucuz bir alet. Ulaşım için özellikle Konya, Adana gibi Türkiye’nin düz kentlerinde bisiklet kullanılıyor hala, ama bir taraftan da mecburiyetten kullanılıyor. Bir dönem Türkiye işçi sınıfı için önemli bir unsur ama zamanla yerini mobilete bırakıyor... Yani sadece bir tercih değil de zorunluluk gibi; öte yandan ucuz nihayetinde, masrafsız.
Sosyal hayat öyle lineer bir şey değil; inişler ve çıkışlar var, farklı yerlerde farklı dinamizmler mevcut. Bir taraftan da kentler unuttukları bazı şeyleri yeniden çağırıyorlar; bunlardan bir tanesi de bisiklet. Aslında organize bir yapı kapsamında bir planlama aparatı, kentte bir ulaşım enstrümanı olarak dünyada bisikletin kullanımı çok eskilere dayanmıyor. Bu sene gerçekleştirilen Bisiklet Filmleri Festivali’nde, Hollanda’dan gelen Fietersbond’un yöneticisi Hugo van der Steenhoven “70’lerin ortasında başladık biz buna” diye anlattı. Özellikle araba kazaları sonucunda gerçekleşen çocuk ölümleri nedeniyle bir sosyal sorumluluk oluşuyor Hollanda’da ve bisiklet kullanımı yaygınlaşıyor.
Geçen birkaç ay önce İtalya’da bir bisiklet inisiyatifi “Hollanda gibi olmak istiyoruz” diye bir bildiri yayınladı. Bisikletin gündelik hayatta daha çok tercih edilir ve teşvik edilir olmasını istediklerini söylüyorlar. İlk önce Fransa’da Paris’te başlayan velos en libre (velib) akımından Londra’daki bu yeni bisiklet sistemine, bisiklet için yapılan süper ‘highway’lere kadar bunların hepsi yeni yaklaşımlar, yeni trendler dolayısıyla o anlamda treni çok kaçırmış değiliz. Türkiye çok ilginç bir ülke; iyi bir şey de kötü bir şey de çok hızlı tutabiliyor. Bir bakmışız, 2018 yılında her yer bisikletle dolmuş.
Boris JohnsonAvrupa ve Amerika’da yerel yöneticilerin kendileri bizzat yürümeyi ya da bisiklete binmeyi teşvik ediyorlar. Belediye tarafından sunulan politikaları benimsediklerini gösteriyorlar bir şekilde.
En önemlisi politikaların devamlılığının söz konusu olması. Şunu biliyoruz Londra için; şehrin merkezine araç kısıtlaması yapan, büyük ayakbastı paralarını alan Belediye Başkanı ‘Kızıl Ken’ lakaplı Ken Livingstone’dan sonra gelen Muhafazakar Parti’nin Belediye Başkanı Boris Johnson bu anlamda ulaşım politikalarında bir devamlılık gösterilmesini sağlıyor, süreçte bir kopukluk olmuyor. Bir sürü politikada ayrışıyorlar, ama bu tür şeyler söz konusu olduğunda ‘kamu yararı’ gözetiliyor. Ayrıca Boris’in bunu hüsnü kabulle yaptığını düşünüyorum; çünkü işine bisikletle gidiyor. Türkiye’de o noktaya gelirsek hakikaten bambaşka yerlere geldiğimizin de işareti olur diye düşünüyorum, şimdilik o kadarı biraz ütopya gibi duruyor Türkiye için.
Bir yandan bakıyorsunuz tüm ulaşım sistemini entegre etmeye çalışıyorlar, diğer yandan bakıyorsunuz sistemin entegrasyonu için büyük önem taşıyan transfer alanları muazzam bir otopark alanı olarak değerlendirilmiş... Bu anlamda entegrasyon için ne yapılmalı?
Entegrasyon; bisiklet içinde olmasa olmayan bir şey. Anladığım kadarıyla bu konuda karar vericiler de zorlanıyor, arada Ulaştırma Dairesi’nde çalışan kişilerle tanıştım. İyi niyetli oldukları çok belli. Aslında olayın farkındalar; ama ortaya çıkan durum onların da iradelerinin üstünde. Bir taraftan teknik zorluklar var; bir taraftan da bir birikim modeli olarak Türkiye’de inşaat denen sektörün yarattığı baskının karşısında hiç kimsenin duramaması durumu... Taksim Projesi’nden 3. Boğaz Köprüsü’ne kadar hepimiz biliyoruz aslında; buna onay veriyormuş gibi görünen birçok insanın aslında onay vermediğini ve için için bunu istemediğini.
İstanbul’da bisikletli ulaşımın topografya nedeniyle zor olduğu belirtiliyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Evet, yokuşlarından sıklıkla söz edilir. Bisiklet ulaşımında kritik eğim yüzde 5’in üstü, sportif amaçla bisiklet sürüyorsanız yüzde 10 bile çıkılabilir ama yüzde 5’in üstü ulaşımda efektif değil artık o nedenle elektrikli bisiklet çok gelişti. Her yıl bisiklet fuarlarında, bisiklet dergilerinde görüyoruz elektrikli bisiklet oldukça işlevsel. Ortaköy’de oturan bir arkadaşım fosur fosur sigara içer, bir gün aradı beni; “Dahon marka katlanır bisikletlerin elektriklisi var almak istiyorum, alıyım mı?” dedi. O an nerede olduğunu sordum. “Ortaköy’deyim” dedi. “Çık Portakal Yokuşunu, çıkıyorsan tamamdır” dedim. Yarım saat sonra aradı “Abi, tamam bu iş” dedi ve aldı.
“Burası kent mobilyaları bakımından da yoksul bir şehir”
Bir projenin önerilmesi onu gerçekten yapılabilir kılıyor mu? Ya da birkaç düzenleme yapılması, onu gerçek bir proje haline getiriyor mu? Örneğin İstiklal Caddesi’nde yürürken bisiklet park yerlerini görüyorum; fakat bana hiç de gerçekçi gelmiyor. Çoğu zaman o alanları insanlar oturmak için kullanıyor. Bu anlamda yerel yönetimlerin ulaşım politikaları ne kadar gerçekçi?
Burası bir semboller toplumu zaten... Bir taraftan söylediğin hoş da bir şey; oralara bisiklet konmuyorsa ama birileri buralarda soluklanıyorsa bu da iyi bir şey. Çünkü burası kent mobilyaları bakımından da yoksul bir şehir, en azından söz konusu bisiklet park yerlerinin kent mobilyaları olarak işlev gördüğü anlamına gelir (gülüyor)
Kent heykelleri açısından sıkıntılı bir ülkede yaşıyoruz. Kent heykellerinin bir ‘anıt’ gibi dokunulmaz olması değil; çocukların tırmanması, kuşların pislemesi, o pisliklerin bir süre kalması, etrafında birazcık çer çöpün birikmesi bile ifrada kaçmadığı sürece bana birer olumluluk gibi görünür, yaşayan bir şey gibi görünür. Bu anlamda bisiklet parkları ona hizmet edebilir, estetik de yapılabilir. Bunların çok güzel örnekleri var.
Planlama deneyimleri farklılık gösteriyor, evet; fakat bir taraftan da kentlilerin bir takım şeyleri talep etmesi gerekiyor galiba. Yani sen bisiklet yolu talep etmezsen, hiç kimse senin için bisiklet yolu inşa etmiyor. Bu, kentlileşmemiz ve bazı talepleri oluşturmamızla da bağlantılı olabilir mi acaba?
Nilüfer Göle’nin Mühendisler ve İdeoloji kitabının alt başlığı, “öncü devrimcilerden yenilikçi seçkinlere” adını taşır. Bu yenilikçi şeçkinlerin ortak mottosu şu: “Boş ver kendi iç sesini, hayal gücünü filan. Onlar fantezi. Bak; senin şu kadar elektriğe, şu kadar yola ihtiyacın var, kalanı teferruattır” gibi... Bütünüyle o mühendis algısı içinde konuşan ve demokrasiyi öteleyen bir güç dili.
Ama bir taraftan da şu var; bunun için afaki konuşmaya bile gerek yok, örnek var çünkü elimizde... Bağdat Caddesi’ne yapılan bisiklet yolu; yolun sol tarafında bir şeridin bariyerlerle ayrılmasıyla oluşturulacaktı. Başlandı, bir süre devam etti, sonra bariyer ve levhalar sökülmeye başlandı. Herkes; “Ne oluyor?” dedi ve bakıldı ki bisiklet yolundan vazgeçilmiş. Yani birileri karar veriyor ve sonra bakılıyor ki aynı birileri vazgeçiyor. Galiba birçok mevzuda temel sorun da bu; birisi veriyor verdiği gibi de alıyor tekrar, verince verme hakkını bulduğu gibi alma hakkını da buluyor. Bisiklet yolu da bu... Ama buna içinde yaşadığımız zaman dilimi çerçevesinde giysi giydirmesi gerekiyor, belediyeye sorulduğunda “Çok şikayet geldi vatandaştan” cevabı alınıyor. Ama şunu da öğrendik sonradan, “Bu yolu neden kaldırdınız?” diye daha çok şikayet gelmiş.
Şunu da unutmamak gerek; kimse alanından vazgeçmeyi göze almıyor. Hani demokrasi bir mutabakat, uzlaşma gibi bir şey ise öyle bir birikimi yok Türkiye’nin. O yolun kenarındaki bir metrelik alan sanki Bağdat Caddesi’nde trafik tıkanıklığına yol açıyor. Ben 15 sene önce Bağdat Caddesi’nde oturuyordum, trafik hep tıkanırdı orada halen de tıkanır. O bisiklet yolu neyi ne kadar tıkayacak? Bir de şu argüman var; yeterince bisiklete binen yok ya, orası dolu olsa diyecek ki “efektif”. O da doğru ama yani toplumlar da biraz sabretsinler canım.
Bisiklet kültürü ile bisiklet sporu bu anlamda nasıl bir ilişkiye sahip? Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu gibi etkinlikler bisiklet kullanımının benimsenmesine bir katkı sağlıyor mu?
Bisiklet kültürünün gelişmesinde, bisiklet sporunun büyük katkısı var. Bu iki alan birbirini besliyor. Doping meseleleri gibi kirli detayları dışarı çıkarırsak, bisiklet sporu çok güzeldir. Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu seneye 50 yaşına basacak. 5-6 yıldır bir canlanma söz konusu; Eurosport’ta ve TRT’de canlı yayınlanıyor, izlenirliği de çok arttı. Türkiye’de bir çok insanın bisiklete başlamasına vesile oldu.
Bir de madem kentleri konuşuyoruz tam da yeri geldi; gözlemimi paylaşayım sizinle... Eurosport’ta ben de naçizane konuk yorumcu olarak katılıyorum epeyce bir zamandır, epeyce bir yıldır da izlerim bu yarışları... En ünlüsü Fransa Turu, ki son gün Paris’te yapılır. Paris’ten helikopter tepeden çekim yapar; nefis bir kent dokusu falan, çatılarda tek bir kırık kiremit yok... Tabiat eliyle yapılmış çok bir şey yok, düz şehirler bunlar ama müthiş bir mimari var köylerden şehirlere kadar. Biz de ise inanılmaz bir peyzaj var; mesela Antalya hattında helikopter yandan bir görüntü çekiyor denizin üzerinden, öyle bir görüntü yoktur. Ormanın içinde bisikletçiler rengarenk gidiyor ama şehirlere bir giriyoruz tam bir felaket! Çok çirkin... Yani sevimli bir çarpıklık çurpukluk da değil. Ben mesela Ankara’daki Altındağ gecekondu dokusunu çok severim; öyle sevimli bir çarpıklık da değil. Çok çirkin şehirlerimiz, ama halen muazzam bir peyzajımız var.
“Futbol borsada değil arsada güzeldir”
Dile nasıl bir müdahale getiriyor bu durum? Tenis turnuvasından tutun da, Redbull’un ekstrem sporlarına kadar birçok spor turnuvası düzenleniyor. Öte yandan İstanbul’un olimpiyat adaylığını tartışıyoruz. Fakat sporun sadece ticari bir aktivitenin ayaklarından birisi olarak vitrine çıkması; zaten bununla sağlıklı bir ilişi kuramamış, bunu sağlıklı bir şekilde içselleştirememiş bir kitlede nasıl bir etki yaratıyor?
Şubat ayında ‘Katar Bisiklet Turu’ koşuldu. Nasıl bir şey Katar Bisiklet Turu? O olgunun, o kültürün olmadığı bir yerde nasıl bir anlam taşır? İşte parası var birilerinin; getiriyorlar, Venus Williams Boğaz Köprüsü’nde tenis oynuyor. Yahu, memlekette kaç kişi raket sallıyor? Kurmak, oluşturmak istediğiniz imajın tam tersi... Türkiye ekonomisine dair böyle bir şey var, 'paraları var şimdi' diye düşünülüyor... Böyle copy-paste, üstüne sıvanmış bir şey. Katar Bisiklet Turu kimin umurunda? Ama İspanya’nın bilmem neresindeki bisiklet turu 70 ya da 80 yaşına basmış; o mahallenin çocukları falan çıkıyorlar, deyim yerindeyse folklorik bir şey haline gelmiş... Spor kültürünün derinliği üzerinden bakacak olursak o mu daha değerli, yoksa onun yüz katı para harcanan yüz katı ödül verilen Olimpiyat Oyunları'nda altın madalya almak mı?
Çok kullandığım bir benzetme; Lance Armstrong’un ‘doping hikayesi’nin çıktığı gün Metin Kurt toprağa verildi. Hürriyet Gazetesi de bizlerden doping konusuyla ilgili yorumlar aldı. Bir takım laflar ettik falan; ama en altta Metin Kurt’un haberi ve bir lafı vardı: Futbol borsada değil, arsada güzeldir... O laf, hakikaten bisiklet için de geçerli.
“Bisiklet, geniş anlamda hayattan bir şey talep etmek anlamında politik”
İstanbul Tasarım Bienali’nin Emre Arolat küratörlüğündeki ‘Musibet’ sergisinde ‘İnşaat Ya Resulullah’ başlıklı işin yer aldı. Bu konuştuğumuz konu aslında ‘İnşaat Ya Resulullah’a da dokunuyor; bisiklet sadece bir ulaşım aracı değildi, aynı zamanda bir mahalle yaşamının ve sosyalleşmenin, daha insancıl ilişkiler kurmanın da bir aracıydı.
İstanbul Tasarım Bienali için hazırladığım ‘İnşaat Ya Resulullah’ işinin alt başlığı “Neo muhafazaKÂR’lığın Şaküli Düşleri” yani dikey düşleriydi. Yakın arkadaşlarımdan gelen ilk tepkilerden biri; “Çekinmiyor musun?” oldu, dedim ki; “Neden çekineyim? Neden çekineceğim siz söyleyin” dedim. “İnsanlar alınabilirler bundan” dediler. Esas olarak bana ait bir laf da değil zaten, Tanıl Bora’nın bana söylediği bir laf. O da Evliya Çelebi’nin “Seyahat Ya Resulullah” cümlesinden alıntılanmış bir şey, hani düşünde görüyor falan ya... Yok, samimi bir dindarın, samimi bir müslümanın bunu sorun edeceğini düşünmüyorum. Kaldı ki bu şeylerden en çok şikayet edenler işte İhsan Eliaçık gibi, Dücane Cündioğlu gibi İslami mütefekkirler... Çünkü dinin söylediği tevazu gibi şeylerden çok uzak şeyler bunlar. ‘Kibir kulesi’ diyorlar. Ben demiyorum, onlar diyor. Dolayısıyla içim çok rahat. Eğer biri benim çizimime laf ediyorsa ona da şunu söylerim rahatlıkla; “Ağaoğlu’nun yaptığı camiye bak arkasında gökdelen var, Zeytinburnu’ndaki gökdelenlere bak” derim. Eğer kötü bir niyeti yoksa, beni anlayacağını; hatta ortak bir yerde buluşacağımızı düşünürüm.
Bisiklet - politika ilişkisini nasıl değerledirirsin?
Bisiklet politik bir şey, epeydir de politik bir şey. Mesela şu Wall Street’teki ‘Occupy’ dedikleri hikayenin içinde bisikletliler de yer aldı. Doğrudan, dar anlamda politik bir şey zaten; ama geniş anlamda, hayattan bir şey talep etmek noktasında da politik. Yol talep etmek de politik, ulaşım politikası talep etmek de.
Aynı zamanda manüpilatif bir şey... Çocukların, kadın bedeninin reklamlarda kullanılması gibi manüpilatif; Çünkü çocuk, insandaki bütün o iyi duyguları harekete geçirir; kadın bedeni de, dünyadaki en olağanüstü formlardan birisidir; bisiklet de bu kategoriye girebilir, çünkü algısı temiz insanda uyandırdığı imge temiz. Bir yandan çocukluk düşü; dolayısıyla manipülasyona da çok açık. Bir politikacı halk nezdinde puan toplamak isterse belli enstrümanları var; park, yeşil alan oluşturmak, yayalaştırma ve bisiklet yolları gibi.