Türkiye 1980’lerden, özellikle de 1990’lardan bugüne çok ciddi ve etkileri yaşamın her alanında hissedilen bir değişim ve dönüşüm süreci yaşıyor; yaşamaya da devam edecek. Bugüne kadar bu değişimi ve dönüşümü olumlu ve olumsuz sonuçları, etkileri ve çok-boyutlu yapısı içinde kapsamlı olarak tartıştık. Ekonomik krizden, siyasal istikrarsızlıklara; ötekileştirmeden birlikte yaşama olasılığının zayıflamasına; şiddetten teröre; hukuk dışı yapılanmalardan darbe girişimlerine; yoksulluktan işsizliğe ve daha bir sürü farklı sorunlar, yaşanılan değişim ve dönüşümün yarattığı riskler ve olumsuz sonuçlar olarak anlaşıldı ve tartışıldı. Bununla birlikte, değişim ve dönüşümün olumlu yanları da vardı. Demokratikleşme, ekonomik büyüme, kentleşme, sivil toplumun giderek artan önemi, çok-taraflı ve aktif dış politika, AB ile tam üyelik müzakere sürecinin başlaması, v.b. bazı gelişmeleri de, bu değişim ve dönüşümün olumlu yönleri olarak ele aldık.
Yaşadığımız değişim ve dönüşüm sürecini meydana getiren kaynakların başında, ekonomik, kültürel ve siyasi/idari düzeylerde yaşanan küreselleşme süreçleri ve 1995’te yaşama geçen Gümrük Birliği ile 2000’li yıllarda giderek derinleşen ve bugün tam üyelik müzakerelerini içeren Avrupalılaşma süreci geldi. Devletler, ekonomiler, kültürler, hatta insanlar-arası karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin, etkileşimin ve iletişimin derinleşmesi olarak kabul edilen ve özellikle “ulus-devlet sınırları ötesi ve gerisinde ekonomik ilişkiler alanı”nda en görünür ve belirgin olarak yaşanan küreselleşme süreçleri, 1990’lardan bugüne Türkiye’nin yaşadığı değişim ve dönüşümün tanımlayıcı ve belirleyici unsuru oldu. Şüphesiz ki, Gümrük Birliği ve tam üyelik müzakereleri temellerinde yaşanan Avrupalılaşma süreci de bu değişim ve dönüşümü etkileyen ve belirleyen temel unsurların başında geldi. Küreselleşme ve Avrupalılaşma süreçleri, Türkiye ekonomisinin giderek artan bir biçimde küresel ekonomiye adaptasyonu; serbest pazar normlarının giderek artan bir biçimde toplumsal yaşamı belirleyici yapısı; tüm belisizliklere ve güven krizine rağmen AB sürecinin Türkiye’de yarattığı kurumsal-idari reform ve demokratikleşme; kültürel kimliğin giderek artan önemi; genişleyen vatandaşlık hakları; siyasetin giderek artan bir biçimde hem yerel, hem de küresel ve bölgesel süreçlere ve taleplere açılan yapısı; hepsi de yaşadığımız değişim ve dönüşümün çok-boyutlu ve çok-katmanlı yapısını ortaya çıkarttılar.
Bununla birlikte, yaşadığımız değişim ve dönüşüm sürecini anlamaya çalışırken ve tartışırken, hep odak noktamız, ulus-devlet oldu; devlet kurumları ve bürokrasisi oldu; siyasi partiler oldu; ulusal ekonomi oldu; ulusal kimlik oldu. Kısacası ‘ulusal ölçek’ değişim ve dönüşümü anlama ve tartışma sürecinin temel ve belirleyici birimini oluşturdu. Küreselleşme ve Avrupalılaşmanın Türkiye üzerine etkilerini, ulusal ölçekte anlamaya çalıştık; ulus-devlet, ulusal ekonomi ve ulusal kimlik çalışmalarımızın ve tartışmalarımızın ana odak noktası oldu. Bu da doğal ve gerekliydi. Gerek küreselleşme ve Avrupalılaşma süreçlerinin Türkiye’ye etkilerini anlamak, gerekse bu etkilerin iyi yönetimini oluşturmak, bizi ulusal ölçekte, devlet-siyaset, siyaset-toplum ve devlet-toplum ilişkilerini çözümlemeye götürüyordu.
Kentler: Değişim ve dönüşümün başlangıç noktası
Fakat bu süreçte önemli bir unsurun göz ardı edildiğini düşünüyoruz. Ulusal ölçeğe odaklanırken, yerel ölçeğe ve kente gerekli önem verilmedi. Kentin küreselleşme ve Avrupalılaşma süreçlerinin yaşandığı en önemli mekânlardan biri olma gerçeği göz ardı edildi. Aslında, Türkiye’nin değişimi ve dönüşümü, yerel ölçekte, kentlerimizin değişim ve dönüşümü olarak yaşandı. 1990’lardan bugüne Türkiye’nin yaşadığı değişim ve dönüşümün en önemli boyutlarının başında, kentleşme geldi.
Dahası, kentleşme farklı boyutlarda ve farklı mekânsal oluşumlar içinde yaşandı. Örneğin bugün İstanbul’u sadece bir kent olarak düşünmek mümkün değil. İstanbul küresel kent, küresel metropol olma niteliği içinde düşünüldüğünde, İstanbul’un sadece bir kent değil, farklı kentleri de içine alabilen bir ‘kent havzası’ niteliğinde olduğu görülür. Bir kent havzası olarak İstanbul gibi, daha küçük ölçekte olsa bile, İzmir, Kayseri, Eskişehir, Diyarbakır, Gaziantep gibi, iyi yönetildikleri zaman kent havzası olma potansiyeline sahip kentlerimiz var. Aynı zamanda, 1990’larda ‘Anadolu Kaplanları’ dediğimiz Kayseri, Konya, Gaziantep, Eskişehir, Çorum, Denizli v.b kentlerimiz yaşadıkları değişim ve dönüşüm süreçlerini bugüne kadar hızlandırarak devam ettirdiler. Bu kentlere Adıyaman, Diyarbakır, Malatya, Mardin, Urfa, Manisa gibi yenilerinin katılması mümkün. Tüm bu kentlerimizin değişiminde ve dönüşümünde, küreselleşme ve Avrupalılaşma çok önemli rol oynadı: başarılı olan kentlerimiz ‘ben yapabilirim’ iradesini ve bu iradeyi yaşama geçiren çalışkanlığı ortaya koyabilen kentlerdi.
Diyarbakır, Erzurum, Van...
Bu olumlu değişim örneklerinin yanı sıra, Diyarbakır gibi küreselleşmeye başarılı bir biçimde eklemlenme potansiyeli taşımasına rağmen, bugün terör, şiddet ve dışlanma nedeniyle yaşanabilirlik ve girişimcilik gibi önemli alanlarda giderek Türkiye sıralamasının son sıralarına düşen kentleri de görüyoruz. Kürt sorunu dediğimiz kapsamlı sorunun yaşandığı tüm kentlerimiz, Türkiye’nin azgelişmiş ve sorunlu kentleri. Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da gerekli olan kentsel değişim ve dönüşüm, belki de bu bölge de yer alan Diyarbakır ve Gaziantep, Erzurum ve Van gibi kentlerimizin kent havzaları olarak gelişmeleriyle ve dönüşmeleriyle mümkün olacak.
Anadolu kentlerimiz, özellikle başardıkları ekonomik dinamizm nedeniyle, bugün kendi içinde farklılaşan, dinamik, zenginleşen, dünyaya açık, küreselleşen, Avrupalılaşan ve modernleşen bir Anadolu yarattılar. Artık statik, değişime kapalı bir Anadolu’dan değil; tam da aksine, küreselleşen Anadolu’dan; kentleşen Anadolu’dan; zenginleşen Anadolu’dan; ‘yeni orta sınıf’ üreten Anadolu’dan ve modernleşen Anadolu’dan konuşuyoruz. Şüphesiz ki, özellikle ve ağırlıklı olarak ekonomi alanında yaşanan değişim, hızla kültürel yaşama, demokratik normların ve birlikte yaşamanın güçlü olduğu, ötekileştirmenin değil çoğulculuğun benimsendiği bir kültürel yaşamı ortaya çıkartmıyor. Bu bağlamda da, değişen ve dönüşen Anadolu, sosyal ve ahlaki muhafazakârlığın güçlendiği, çoğulculuğun ve kültürel çeşitliliğin zayıfladığı kentleri içinde barındırdığı gibi, İzmir ve Eskişehir gibi demokratik normların giderek güçlendiği kentleri de içinde taşıyor.
Kent nasıl anlaşılmalı?
Bu anlamda kentlerin Türkiye’yi anlamanın ve yönetmenin ana mekânı olma yolunda önemlerinin giderek arttığını düşünüyoruz. Bir toplumsal ve fiziki mekân olarak kent, bugün Türkiye’nin son yıllarda geçirdiği değişimi ve dönüşümü anlamak için önemli bir başlangıç-noktasıdır ve yerel ölçeğidir. Türkiye’nin değişimini ve dönüşümünü anlamak, kentlerimizin yaşadığı değişimi ve dönüşümü anlamadan mümkün değildir. Kentlerimiz, sermaye ile mekanın kesişme ve müzakere alanlarıdır. Kentlerimiz, küreselleşme ve Avrupalılaşma süreçlerinin yerel ölçekte müzakere alanlarıdır. Kentlerimiz, bu anlamda, sadece yerel değil, küreselleşen ve AB süreci bağlamında bölgeselleşen mekânlardır; diğer bir deyişle, kent, yerel-ulusal-bölgesel-küresel etkileşim ağlarının kesiştiği sosyal ve fiziki bir mekândır. Bu bağlamda da, kent artık sadece belediye, yerel yönetim ve yerel ölçeğe indirgenemeyecek kadar karmaşık ve çok-boyutlu bir yapıya sahiptir. Bugün kent dediğimiz zaman, sadece (a) belediyeden değil; aynı zamanda da (b) sanayi ve ticaret odaları; (c) genç işadamı ve kadın girişimcilik dernekleri; (d) sivil toplum, (e) üniversite, (f) yerel medya gibi farklı ekonomik, sivil ve eğitim aktörlerini içeren çok-aktörlü bir mekân yönetiminden bahsediyoruz. Bu yönetim sadece yerel değil, ulusal-bölgesel-küresel ağlar ve kurumlar ile etkileşim içinde hareket ediyor. Bugün Türkiye’de, özellikle Anadolu’da, Kayseri, Eskişehir, Konya, Çorum. v.b. başarılı kentlerde, kent yönetiminin bu aktörlerin işbirliğini ve beraber hareketini içerdiğini görüyoruz ki, bu hareket sadece yerel değil, ağırlıklı olarak bölgesel ve küresel. Aynı şekilde, bu kentlerin dönüşümünün içerdiği sorunların, risklerin ve belirsizliklerin de, ancak önerdiğimiz bu yeni kent anlayışı içinde çözümlenebileceğini düşünüyoruz.
30 Mart 2009 sabahı, Türkiye ve kentlerimiz
Yerel vurgusu olmayan ya da çok zayıf olan bu yerel seçimlerden kentler umutlarını kesmiş gibi gözüküyor. Özellikle son yıllarda başarılı bir değişim ve dönüşüm süreci geçirmiş, ama bugün geleceğe karşı korku, endişe ve güvensizlik içinde olan kentlerimiz, Kayseri ve Konya gibi, Eskişehir ve İzmir gibi, seçimin bitmesini ve 30 Mart sabahı hükümetin ve seçilmiş yerel yönetim başkanlarının hızla küresel ekonomik krize karşı mücadeleyi başlatmalarını istiyorlar. Bu da, çok gerçekçi ve gerekli bir talep.
Kentlerimizi kaybetmenin siyasi, ekonomik, kültürel maliyeti çok yüksek olacaktır. Bu maliyet sadece kentlerimizde ya da insani düzeyde yaşanmayacaktır; tüm Türkiye bu maliyeti ve olumsuz sonuçları yaşayacaktır. Bu nedenle, TÜBİTAK’ın desteğiyle 2007-2009 yılları arasında, 12 Anadolu il örnekleminde kentsel dönüşüm olgusunu, küreselleşme ve Avrupalılaşma süreçlerinin etkileri bağlamında araştıran projemizin bulgularından hareketle, bu yazı dizisini hazırlamaya karar verdik.
Önümüzdeki 5 gün içinde, Kayseri, Konya, Eskişehir, İzmir, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Gaziantep, İstanbul ve Ankara örnekleri içinde, son yıllarda yaşadığımız kentsel dönüşüm olgusuna dikkatleri çekmek istiyoruz. Kentler, Türkiye’nin geleceği, Türkiye’nin iyi, adaletli ve demokratik yönetiminin anahtarıdır. Kentleri dikkate alalım ve önemini kavrayalım; başta AKP olmak üzere, siyasi partileri geleceğe karşı endişeleri giderek artan kentlerimizi dinlemeye davet edelim.
Küresel kriz ve yerel seçimler
Bugün kentlerimiz korku içinde: Kayseri korku içinde; Konya tedirgin; Eskişehir endişeli; Çorum, Denizli geleceğe karşı güvensiz; bu duygular içinde olan kentlerimizin sayılarını rahtlıkla artırabiliriz. Tüm bu olumsuz duyguların kentlerimiz tarafından yüksek sesle dillendirildiğini de biliyoruz. Bu çok doğal, çünkü yaşadığımız küresel ekonomik kriz bu kentlerimizin çok çalışarak başardığı kentsel dönüşümü ve ekonomik büyümeyi bir anda onların elinden alabilir. Kentlerimizin krize karşı korunması gerekiyor. Kentler, hükümetten bu yönde hareket etmesini beklerken, muhalefet partilerinden de hükümeti krize karşı önlemler almaya zorlamalarını istiyorlar.
Kentlerin bu isteklerini dile getirecekleri uygun bir ortam da var. Türkiye, yerel yönetim seçimleri sürecinde. 29 Mart 2009’da seçim var. Türkiye, seçimlere hızla yaklaşırken siyasi partiler de yaptıkları miting sayısını günde ikiye çıkarıyorlar. Kentler, yereli konuşuyor, yereli seslendiriyor, yerelin sorunlarına çözüm için katkıyı siyasi partilerden talep ediyor. Buna karşın, siyasi partiler, kentleri pek de dinlemiyorlar, kentlerin sorunlarına çok kulak vermiyorlar. Yerel seçimleri, genel seçim havasında yaşıyorlar. Kendi çıkarlarını kentlerin sorunlarından önce görüyorlar.
AKP, yerel seçimleri bir ‘referandum’ olarak görüp, “Türkiye’yi yöneten tek, en güçlü ve alternatifsiz parti olma imajı”nı yenilemek istiyor; CHP ve Deniz Baykal, yüzde 20 bandında yer alan parti oylarında küçük de olsa bir artış sağlayarak hem ana muhalefet partisi olma, hem de parti içi liderlik konumunu korumaya çalışıyor; MHP, ben “bir ideoloji değil, kitle partisiyim ve AKP’ye alternatif olabilirim” iddiasını güçlendirmek istiyor; DTP ise, başta Diyarbakır olmak üzere Güney ve Doğu Anadolu’daki belediye başkanlıklarını ve oy oranlarını koruyarak, “Kürt sorunun baş aktörü benim” iddiasını sürdürmek istiyor. Bu iddiaların hiçbirinin ne küresel ekonomik kriz ve etkileriyle ne de yerel sorunlarla ve taleplerle ilgisi var. Daha doğrusu, yerel seçimler sürecinin yerel ile hiçbir ilişkisi yok. Yereli olmayan bir yerel seçim yaşıyor Türkiye. Bize de, şaşkınlık içinde, birbirlerine bağıran liderleri, üzülerek ve hayretle izlemek kalıyor.
E. Fuat Keyman / Koç Üniversitesi - Berrin Koyuncu Lorasdağı / Hacettepe Üniversitesi