Sempozyumun ikinci gününde (24 Ocak), “Kent ve Yaşam Hakkı” başlıklı ilk oturuma Yrd. Doç. Dr. Zafer Akdemir başkanlık etti. Oturumda; Cihan Uzunçarşılı Baysal, Boysan Yakar, Dr. Hüseyin Demirdizen ve sempozyumun ilk günü, süre darlığı nedeniyle söz alamayan Feridun Duyguluer konuştu.
BM-Habitat AGFE Yerel Uzmanı Cihan Uzunçarşılı Baysal, İstanbul’u yoksulun evsiz kaldığı, barınaksız kaldığı, çeperlere atıldığı; varsılın da merkezde, kentin en güzel yerlerinde konuşlandığı bir kent olarak tanımladı ve şunları aktardı: “Artık sermaye birikiminin tamamen kent üzerinden, kent arazileri üzerinden sağlandığı, ekonominin çarklarının kentsel rant üzerinden döndüğü bir dönemdeyiz. Sadece yüzde 1’in kent hakkı var; yüzde 99’a karşı. Harwey’in dediği gibi yüzde 99’un mülk hakkını ele geçirme zamanlarındayız. İşte tüm dünyanın meydanlarında, Gezi’de de bizlerin deneyimlediği direniş belki de bunun bir yansımasıydı. Kent artık arazilerden rant sağlamaya ve bunun üzerinden birikim yapmaya dayanıyor ki işin sonu çılgın projelere varıyor. Mahalleler yok ediliyor, yaşam alanları yok ediliyor, ormanlar yok ediliyor, artık çılgınlıklar başlıyor. Çaresizliğin de göstergesi tüm bunlar. Hakikaten bu artık nereden rant elde edeceğini üretemeyen bir ekonominin geldiği nokta”.
Rant odaklı bir yönetime geçişle karşı karşıyayız
3. havalimanı için çevre köylerde acele kamulaştırma ilan edildiğini hatırlatan Baysal, "Buralardaki tarım alanları, su havzaları da yok edilecek. Neden 7500 hektar bir alan kullanılacak diye sormak istiyoruz. Çünkü dünyanın en büyük hava limanı Atlanta’da; 1900 hektarlık bir alana sahipken 95 milyon yolcu kapasitesi var. Bahçeşehir Üniversitesi Araştırmalar Merkezi’nin raporuna göre, 3. havalimanı için 150 milyon yolcu kapasitesi planlanıyor ve 3500 hektar alan yetecekken neden 7500 hektarlık bir alan kullanılacak? Çünkü orada yeni bir şehir projesi var. Biz kentin değişim değerinin öne çıktığı, kullanım değerinin yok edildiği bir süreçteyiz. Kentsel siyaset alanında da insan odaklı yönetimden, ekonomik kaygılar ve rant odaklı bir yönetime geçişle karşı karşıyayız” dedi.
‘Barınma’ değil ‘konut hakkı’ diyeceğiz
Hangi siyasi partiden olursa olsun bugün yerel yönetimlerin/yöneticilerin birinci kaygısının kentlerini, ilçelerini pazarlamak, markalaştırmak olduğunu belirten Baysal: “Böyle bir kentsel girişimcilikle karşı karşıyayız. İstanbul’un marka değeri yükseltiliyor ve kent metalaşıyor. Aynı şekilde bir başka ambalajlama, olimpiyatlardı. Artık eski ideallerinden tamamen soyutlanmış, neoliberal dünyada sermayeye alan açma projeleri tüm bunlar” dedi. Baysal, Birleşmiş Milletler Konut Hakkı Raportörü’nün 2008’deki uyarısına dikkat çekti: “Raportörün çok önemli uyarısı şöyle; ‘Devletlerin konut sektöründen geri çekilmeleri, konutun bir meta ve finans varlığı olarak kabulüyle bir sosyal hak olan elverişli konut hakkı ihlal ediliyor”. Nedir elverişli konut hakkı? Tüm insan hakları mekanizmalarında temel, insan onuruna yakışır bir yaşamdır. Dolayısıyla bu standardın sağlanmasının bir koşulu da konuttur. Konut çok önemlidir. Konutu olmayan kişi sosyal, ekonomik ve siyasal haklara da ulaşamıyor. Peki neden ‘barınma’ değil ‘konut hakkı’ diyeceğiz? Kesinlikle konut hakkı diyeceğiz, bu ezberi bozmamız gerekiyor. BM sözleşmesine göre dört duvar baraka, çadır da barınmadır ve bunlar insan onuruna yakışır bir yaşam şekli değildir, bu nedenle de konut diyeceğiz. Ama konutu bir kullanım hakkı üzerinden tanımlayacağız”.
Sağlık da sermayenin çıkarları doğrultusunda dönüştürülüyor
İstanbul Tabip Odası’ndan Dr. Hüseyin Demirdizen, "Neyin neden yapıldığını artık biliyoruz” dedi ve şunları aktardı: “Bu yüzyılın başında başlayıp ortasında uluslararası belgeleriyle imzalanmış olan ortak yarar, kamusal yarar, ortak gelecek gibi sözleşmelerin 1970’li yıllardan itibaren sermaye tarafından tek taraflı yırtılıp atıldığını, bütün alanın ve yaşanmazın sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden dönüştürüldüğüne tanıklık ediyoruz bugünlerde. Buna sağlığımız da dahil, kentlerimiz de dahil, doğamız da dahil, emeklerimiz de dahil. Aslında bu son 30 yılda, o tek taraflı yırtılan ve dolayısıyla her şeyin; hukukundan kentlerimize, çalışma hayatımızdan sosyal hayatımıza kadar her şeyin sermayenin yalın ihtiyacı doğrultusunda dönüştürülmeye çalışıldığı bu dönemde, bu alanlara ilişkin mücadele deneyimlerimiz de oluştu. Sağlığı dönüştürürken sağlıkçılarla beraber toplumun diğer kesimlerinin destekleri, kentleri dönüştürürken oradan mağdur olanlar ve onların mağduriyetini görenlerin destekleri, derelerin zaptu rapt altına alınması sırasında bunu yaşayanlar ve bu süreci başka ülkelerde ve programları özelinden hareketle bilenlerin destekleri ya da özelleştirme süreçlerinde işsiz kalacak insanların destekleri gibi… Yani tarihin değişik zamanlarında nispeten sınırlı, izole alanlardaki steril denilebilecek mücadelelere tanık olduk. Ve bugün artık kendi ülkemiz için ve dünyanın diğer tarafları için biliyoruz ki bu tür steril alanlar kalmadı. Hiçbir şey sadece ‘kendi’ olarak yaşanmıyor. Tıpkı Başbakan’ın Gezi sürecinin başında “Mesele sadece üç beş ağaç melesi değildir” demesi gibi. Bundan daha iyi, daha güzel tanımlanamaz. Çünkü aslında kendisi de meseleyi böyle görmüyor. Orada sorun sadece ağaçların, sadece bir parkın, sadece bir meydanın yeniden düzenlenmesi değil; oranın kimliğinde, oranın tarihinde, oranın kültüründe billurlaşan bir anlayışla son hesaplaşmasını yapıyor aslında; sınıfla, emekle, mekânla, değerlerle… Ve diyordu ki “sermayenin yalın çıkarı karşısında hiçbir şeyin önemi yoktur”. Belli ki bu söz toplum tarafından kavranmıştı”.
Sağlık yeni bir hegemonya biçimi
Sağlıkta dönüşüm adı altında yürütülen programa karşı bir mücadele yürüttüklerini ifade eden Demirdizen: “Aslında sağlık yeni bir hegemonya biçimi. Bu yüzyılda kapitalizmle sosyalizm arasındaki hegemonya savaşları büyük ölçüde sağlık algısı üzerinden yapılıyor. Bütün yapılanlar daha sağlıklı bir insan, daha iyi bir yaşam, daha iyi konutlar, içinde daha mutlu insanlar, daha iyi otomobiller için yapılıyor. Aslında bakıldığında her şey insan yaşamının odağına yerleşen sağlıkla ilişkilendiriliyor. Bu hegemonya sözel bir şey mi? Bakıyoruz; sağlık, dünyanın üçüncü büyük sektörü; birincisi silah, ikincisi enerji, üçüncüsü sağlık. Sağlık üzerinden yürüyen iş ve işlemler... İlk ikisinin dünyayı ne hale getirdiğini biliyoruz. Sağlığın amacı insanların ıstıraplarını, hastalıklarını, sakatlıklarını gidermek üzere var olan bir alan. Nasıl olur ki üçüncü büyük sektör haline gelebilir? Buradan şunu görüyoruz ki aslında sermaye açısından alanın bir önemi yok. Bu emeğimiz üzerinden olabilir, bu kent üzerinden olabilir, bu bedenlerimiz üzerinden olabilir” şeklinde konuştu.
LGBT’nin kent üzerindeki yaşam hakkı
LGBTİ hareketinden Boysan Yakar, 20 yıllık LGBT mücadelesini, birçok anlamda ayrımcılığa uğramış bir grubun başlarına gelenleri anlattı, kent üzerindeki yaşam haklarından bahsetti. Yakar, bu grubu; istihdam, sağlık, eğitim, konut hakkı, kamusal alanlarda güvenlik, örgütlenme hakkının engellendiği ve ihlal edildiği bir kalabalık olarak ele aldı. LGBT mücadelesinin son 20 yıldır kentsel dönüşüm politikalarıyla paralel bir şekilde İstanbul, Ankara, İzmir ve daha sonra Gezi Parkı süreciyle Anadolu’ya nasıl yayıldığını anlattı. Yakar, sunumun sonunda CHP Şişli Belediye Meclis Üyesi Aday Adayı olduğunu açıkladı.
İmar mevzuatının dili bulanıklığa neden oluyor
Şehir Plancısı Feridun Duyguluer, “İmar Kurumunun Muğlak Dili” başlıklı konulmasında imar hukuku ve dili üzerine konuştu. Duyguluer, “İmar konusunda özellikle son yıllarda bir bulanık ortam yaşanması, bir parçalanma ve bu imar ortamını bir türlü algılayamama gibi birtakım sorunlarımız var. Bu hep imar mevzuatının karmaşasından ortaya çıkan bir durum. Algılama sorununu ben bir yandan kendime göre yorumlamaya çalışıyorum. Bu çözümlemeleri yaparken de imar bulanıklığının, imar mevzuatının yazılı kurallarında kullanılan dilden kaynaklandığını görüyoruz” dedi.