Türkiye kentleşmesine baktığımızda endüstrileşme ve endüstri yapıları ne ifade ediyor bize?
Modern anlamda kitlesel üretimin Osmanlı İmparatorluğu’na gelişi, aşağı yukarı 18. yüzyıl sonlarında başlar; 19. yüzyıl ve Cumhuriyetle birlikte bu günümüze kadar devam eder. Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet arasındaki sürekliliklerden bir tanesi endüstrileşme hedefi. Yani Geç Osmanlı döneminin de bir endüstrileşme çabası var. Bu amaç ve hedef, Cumhuriyet döneminde de devam ettiriliyor ve tabii başarıya ulaştırılıyor. Osmanlı, endüstrileşemeden, tam anlamıyla bir endüstri toplumu olamadan zamanını doldurmuş bir devlet olmasına rağmen; mesela İstanbul, 19. yüzyıl batı ölçülerine göre ciddiye alınması gereken bir endüstri birikimine sahip. Hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun bu endüstrileşme çabası sonucu 19. yüzyılda oluşturulmaya çalışan bazı alanlar, bugün olsa, 'Organize Sanayi Bölgesi' diyebileceğimiz yapıdalar… Bunların içerisinde, özellikle dokuma endüstrisinde, ciddi başarıya ulaşmış önemli sanayi tesisleri ve daha sonra Cumhuriyet’e miras kalmış dikkate değer bir sanayi birikimi de vardır. 1980’lerde üretimi durdurulan ve şu anda da işlevli ama tam olarak ne olduğu belirsiz bir Feshane var mesela; Haliç’te bu önemli bir sanayi tesisidir. Daha sonra Sümer Bank da önemli sanayi tesislerinden birisi olmuştur. Sonra Heleke Fabrikası, askeri techizat ve malzeme üretimi yapan fabrikalar gibi bir sanayi kültürü var. Hatta ciddi makine üreten bir endüstri de var; bunu da göz ardı etmeyelim. İlber Ortaylı’dan bir alıntı yapacağım, onun güzel bir sözü vardı; "19. yy sonu ve 20. yy başındaki Haliç fotoğraflarına baktığınızda, minarelerle yarışan fabrika bacaları görürsünüz". Bu da Haliç’in 19. yy ikinci yarısından itibaren bir sanayi bölgesi haline geldiğini ve İstanbul’da ciddi bir sanayi birikimin olduğunu gösterir.
Şu anda Haliçport projesi nedeniyle Haliç Tersaneleri gündemde. Haliç Tersaneleri çok eski, 600 yıla yaklaşan bir geçmişi var; 19. yy başlarında Robert Fulton’un buharlı gemi teknolojisine göre dünyada ilk buharlı gemilerin yapıldığı tersanelerden bir tanesi. Amerika ve İngiltere’yle beraber Osmanlı İmparatorluğu, ilk üçten birisidir o dönemde. Çünkü Fulton, bu teknolojisini herkese pazarlayamıyor maalesef. Dünyada ilk buharlı gemi üretiminin yapıldığı tersanelerden birisidir; tersanenin tarihiyle ilgili çalışmalarda bunun maalesef atlandığını gördüm. Tersanenin en önemli özelliklerinden birisidir.
Dolayısıyla, daha önce söylediğim bir tespitin altını çiziyorum; Osmanlı İmparatorluğu ömrünü sanayileşemeden tamamlamıştı, ama bunun içerisinde İstanbul gibi önemli sanayi merkezleri vardı. 19. yüzyıl İstanbul’unu hep çok şairane, edebi bir şekilde, tam o dönemin ifadesiyle 'asude bir bahar ülkesi' olarak dile getiririz. Yani etrafında güzel mesire yerleri, yeşillikler, kırlar, çayırlar olan ve bu alanlarda çok romantik zamanların geçirildiği bir güzellikler diyarı, bir yeryüzü cenneti gibi anlatırız. Bu oldukça da doğrudur. Ancak burada göz ardı edilen bir şey var; o güzel çayırların hemen arkasında bir fabrika bacası muhtemelen vardı. Beykoz çayırının arkasında mesela kağıt fabrikası vardı. Dolayısıyla 19. yy İstanbul’u, yalnızca asude bir bahar ülkesi değildi; romantik bir yeryüzü cenneti değildi; aynı zamanda endüstriyel üretim yapılan bir sanayi kentiydi.
İşlevini yitirmiş ve değerlendirilmesi söz konusu olan sanayi yapıları nasıl bir kamusallık vaadeder?
Sanayi yapıları ve sanayi kompleksleri, işlevlerini yitirdikleri zaman kentsel açıdan kullanım için çok büyük fırsatlar sunar. Bir kere, geniş arazileri vardır. Bunların bir kısmı da şehir merkezlerine yakın, şehir içinde ya da şehrin hemen yakın çevresinde oldukları için, arazinin çok değerli olduğu yerlerde yeniden değerlendirilecek çok ciddi bir arazi stoku sunar bize. Bu açıdan önemlidirler; doğru değerlendirildiklerinde bir fırsattırlar. İkincisi, tek tek yapı olarak baktığımızda, özellikle üretim birimleri açısından dönemlerine göre geniş hacimli ve yüksek teknolojili yapılardır. Yüksek çatıları vardır, içeride geniş yekpare hacimler yer alır. Dolayısıyla özellikle geniş alan gerektiren kullanımlar için kolay kolay sahip olunamayacak mekanlar sunarlar. Bütün bunların ötesinde bu yapıların, dönemlerine ait bilim ve teknoloji düzeyiyle ilgili olarak da tartışılmaz bir temsiliyet ve gösterge özellikleri var. Yani dönemlerinin teknolojilerini çok iyi belgelerler. O açıdan işlevini yitirmiş endüstri komplekslerine, akşamdan rüyaya yatıp sabah hemen yeni bir fonksiyonla işlevlendirilecek bir kolaycılığa kaçılmaması gerekiyor. Çok ince etüdler yapılmalı. Uygun bir yerdeki boş bir arsa için hemen bir karar üretebilirsiniz; “Buraya alışveriş merkezi çok uygun olur” ya da “Havaalanına da yakın, hemen otel yapalım” dersiniz. Belki boş bir arazi için, birtakım yüzeysel gözlemlere dayanarak, daha kolay kararlar üretebilirsiniz. Ancak endüstri kompleksleri için kolaycılık tehlikelidir. Çünkü çok nadir rastlanabilecek bir fırsatı heba etmiş olursunuz.Sanayi alanlarının çevrelerinde gelişen yaşamla nasıl bir bağı vardır?
Her endüstri kompleksinin çevresinde onunla ilgili bir yaşam gelişir. Çünkü o üretim tesislerinde çalışanlar, o üretim tesisinin çevresinde yaşarlar. Nedir bu yaşam dediğimiz? Buranın bir esnafı oluşur; bu esnafın bütün geliri, orada çalışan insanlara bağlıdır. Yerlerini çok uzun süre yani en az birkaç kuşak korumuş, hatta Haliç örneğindeki gibi birkaç yüzyıla yayılmış üretim gelenekleri, kendisiyle bütünleşmiş toplumsal bellekte bir imge yaratır. Çoğu kez farkında olarak ya da olmayarak bu üretim tesislerinde, o üretim tesisine ve oradaki işleve bağımlı ve bir anlam ilişkisine sahip olan bir takım yeni mekansal biçimlenmeler ortaya çıkar. Örneğin Haliç’teki tersanelerin hemen yanında denizcilere ya da tersane çalışanlarına yönelik ibadethaneler yapılır. Zaten isimlerini de o faaliyetlerden alırlar. Denizci kahveleri oluşur. Mekanın çok küçük ayrıntısına kadar ruhuna sinmiş olan bir kültür vardır orada. Bunun hepsini hemen üç beş kelimeyle özetlemek mümkün değil. Bunların birçoğunun farkına da varılmaz. Ancak toplum genel belleğinde bu mekanla özdeşleşmiş bir faaliyet türü vardır. Dolayısıyla o mekandan bahsedildiğinde, çok doğal olarak, onunla birlikte anlam kazanmış olan o işlevler de hatıra gelir.
Bu alanlara, planlama ya da yönetim bağlamında nasıl bir yaklaşımla müdahale etmek gerekir?
Bunlar, boş bir arsa ele alınır gibi müdahale edilmemesi gereken alanlar ve biraz önce bahsettiğimiz bu mekanın kültürü, tarihsel anlamı ve belleği, her zaman için birinci derece önemlidir. Bütün bu tarihsel birikimler, bir anlamda şehrin bütününe de anlam zenginliği, tarihsel zenginliğini kazandıran ögelerden bazılarıdır. Sonuç olarak "İstanbul’un zengin tarihi, zengin mirası" dediğimiz şey, bu parçalardan oluşuyor. Biz bu parçaları yavaş yavaş ortadan kaldırdığımız zaman, şehrin tarihi de yok olmuş oluyor. Hep göz ardı ediyoruz; ama bu mekana tarihsel anlamını ve değerini kazandıran o tarihsel işlev. Haliçport projesinde niyet tahrip etmek ve yok etmek olmasa bile, o faaliyetler kaçınılmaz olarak böyle bir sonuca yol açacaktır. Proje, tarihsel anlamın paçasına yapışıyor; yani ondan bir şeyler umuyor. O tarihsel anlamın, projenin değerini artıracağı beklentisi var. Oysa aynı zamanda onu önemli ölçüde tahrip edip, yok edecek bir girişim. Bunlar, mekanın ve kent bütününün değerini artıran tarihsel birikimler ve mutlaka bir şekilde korunması ve sürdürülmesi gerekir. Bir sanayi tesisi işlevini yitirmiştir, burada hep aynı şeyi üretmek artık anlamsız olabilir. Ekonominin kendi kuralları gereği, o üretimi daha başka yerlere almak ya da artık iktisadi açıdan ihtiyaç kalmadıysa o üretimi yapmamak daha anlamlı, daha faydalı olabilir; ama böyle bir kararda bile tarihsel birikimin mutlaka korunması ve sürdürülmesi gerekir. Bu yapılmadığı zaman, çok sık dile getirmeye çalıştığımız ama şu ana kadar söylenenlerin karar vericiler tarafından çok da dikkate alınmadığını gördüğümüz bir kimliksizleşme ortaya çıkmaya başlar. İstanbul’un içinde yaşadığı felaketi böyle adlandırmak da hiç abartılı olmaz. Giderek kimliğini kaybeden, yalnızca günceli yakalamaya çalışan bir sinema dekoru… Son dönemlerde kentsel anlamda üretilenlere baktığımızda, bunların çok azının geleceğe kalıcı olacağını görüyoruz. Bu anlamda yapılanların birçoğunu boşa çabalar olarak görüyorum.
Daha önce Hasanpaşa Gazhanesi, Feshane gibi alanlarda geliştirilen yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hiç tartışılmayacak şekilde yanlış ve hastalıklı bir yaklaşım bu… Bir toplum düşünebilir miyiz ki, tarihin sadece belirli bir dönemine değil, neredeyse tümüne karşı? Sümer Bank mirasını belki ortaya çıktığı dönem itibariyle çok beğenmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz, sahip çıkmayabilirsiniz. Osmanlı mirasının günahı nedir peki? Yani burada bir tercih değil, toptan bir reddetme hali var. Toplumun bir kesimi, bütün geçmişini tümden reddediyor. Bu bilinçli bir reddetme hali ve giderek bu reddetme halinin kapsamının genişlediğini görüyoruz. Bu gidişle, bunu çok samimi bir şekilde söyleyebiliriz, Süleymaniye, Topkapı Sarayı’nın varlığı da tartışmaya açılır hale gelecektir.