Bodrum Kalesi'nin altındaki zindanın girişinde yer alan Latince 'Inde deus abest' yazısından kaynaklanan eğlenceli bir tartışmamız var. Anlaşıldığı kadarıyla müzede işkencehane olarak da kullanıldığı söylenen bu bölümün girişindeki kapının üzerine bu Latince cümle yazılmış. Bu yazıyı kimin yazdığını tartışıyoruz, Kültür ve Turizm Bakanı da araştırtıyor. Cümleyi, 'Burada tanrı yoktur' diye çevirmek mümkün. Yazının çevirisi (Türkçe ve başka dillerde) hemen o kapının önüne konan bir tabelayla ziyaretçilere de aktarılıyormuş.
Ama anlaşılan geçen yıl müzeyi gezen bir ziyaretçi, 'Burada Tanrı yoktur' ifadesine biraz kızmış. Kim bilir, belki 'Tanrı her yerdedir' diye düşündüğü için bu cümleyi Tanrı'ya karşı bir hakaret olarak algıladığından.
Kızmakla kalmamış bu kişi, oturup bir şikâyet mektubu yazmış. Vatandaşının dileklerine karşı kayıtsız kalmakla, vatandaşını yok saymakla çok kez haklı olarak eleştirilen devletimiz bu sefer yememiş içmemiş, yatmamış uyumamış ve konunun takipçisi olmuş. Soruşturmalar yapılmış, müfettişler görevlendirilmiş ve sonunda taşın üzerinde yazılı Latince cümlenin değil ama onun çevirilerini içeren tabelanın indirilmesine karar verilmiş.
Dün Kültür ve Turizm Bakanı'nın açıklamalarından anlayabildiğimiz kadarıyla ortada bir de iddia var: Bir teknisyen, eski müze müdürünün 1994 yılında bu yazıyı o taşın üzerine kendisine yazdırttığını söylüyor. Öte yandan gazetelere yansıyan bilgilere göre, taşın üzerindeki yazının geçmişte silik olduğu, yazının daha belirginleştirildiği de söyleniyor. Hangisi doğru bilemem, ama bana öyle geliyor ki hikâyenin iki versiyonunun da vahim sonuçları var.
Diyelim ki yazı sahte olsun, yani tarihte ilk kez o kapının üzerine 1994'te yazılmış olsun... O zaman, tarihi ilginç hale getirmek için tarihi bozuyoruz demektir. O yazı sahteyse, belki oradaki işkencehane de sahtedir, belki kale bile sahtedir! Zaten orada sergilenmekte olan işkence gören mahkûm maketi de bu sahtelik izlenimini pekiştiriyor.
Diyelim ki yazı gerçektir ama 'okunaklı olabilmesi için belirginleştirilmiştir'. Yine aynı kapıya çıkıyoruz: Burası bir 'tema parkı' değil ki, yüzyıllar boyunca Rodos Şövalyeleri'nin başlıca korsanlık/haraç toplama merkezlerinden biri olarak işlev görmüş tarihi bir yapı. Burayı film setine, tarihi de bir dekora çevirmeye hakkımız olmasa gerek.
* * *
Umberto Eco, Amerika'da, Los Angeles'ta gittiği bir özel müzede, ünlü Milo Venüsü heykelini görür. Heykel, Avrupa'daki orijinalinin tersine kolları da olan bir kadın gövdesidir. Oysa, toprak altından çıkan ve o heykeli önemli yapan unsurlardan biri heykelin eksik olmasıdır, kolsuz olmasıdır.
Eco, bu tamamlama çabasına 'hiper reality' adını verir: Gerçeğinden daha gerçektir kollu Milo Venüsü. Şimdi bizim de Bodrum müzemiz böyle midir? Yani, bir çeşit hiper gerçeklik sergileme yeri midir?
Müzecilikte, sergilenen eserleri sergi gezicilerine ilginç kılmakla eserleri tahrif etmek arasında ince bir çizgi var. Bu çizgiyi mesela Krakow yakınlarındaki Auschwitz/Birkenau ölüm kamplarını gezerken fark ediyorsunuz. Kadınlardan ve çocuklardan toplanan saçların sergilendiği alan bir 'sergi alanı' olarak düzenlenmiş, yani kampta insanlar öldürülürken saçlar orada durmuyormuş. Ama buna karşılık koğuşlar ve yataklar orijinal yerlerinde duruyor. İki ayrı gerçeklik duygusu yaşıyorsunuz, biri gerçek, diğeri sergileme ama yine gerçek.
Oraya da çok rahat 'Burada Tanrı yoktur' yazılabilir, ne bileyim koğuşlara bir deri bir kemik kalmış ölümü bekleyen Yahudilerin canlandırmaları yerleştirilebilirdi. O zaman müze daha mı inandırıcı olurdu sizce? Daha mı çok ziyaretçi çekerdi?
Veya Topkapı Sarayı'nda Harem Dairesi'ne padişah ve kadınlarının balmumu heykellerini yerleştirsek, onları giydirsek daha mı iyi olur, daha mı kötü?
* * *
Kültür Bakanlığı'nın soruşturmasının sonucunu merakla bekliyorum.