İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkentliği süreci sona erdi. Bu
sürecin İstanbulluların kültür hayatının canlanmasında nasıl bir etkisi oldu?
Kentin markasına katkısı ne oldu? Bu proje İstanbul’da daha önce yapılmamış
nelerin yapılmasına yol açtı? Fonların yüzde 75’inin İstanbul kültür mirasının
yenilenmesi, restorasyon projelerine ayrılması doğru bir karar mıydı? Kentin
yaratıcı potansiyeli 2010’da yeterince değerlendirilebildi mi?
AKB Ajansı, çalışmalarına başladığı 2008’den bu yana bir tarafta bir dolu
istifaya eşlik eden yolsuzluk iddiaları eşliğinde yürüdü hep.
Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Başkanı görevinden 2009 yılında ayrılan
Nuri Çolakoğlu (kamuoyunca istifa nedeni ajansının uzun süredir
proje üretememesi ve buna tepki olarak oluşan kamuoyu baskısı olarak
gösterilmişti); İstanbul Bilgi Üniversitesi, Kültür Yönetimi Program
Koordinatörü, 2010 AKB açılış programını planlayanların başında gelen ancak
başından beri yönlendirdiği açılış programı “kalitesi bozulduğu ve kuşa
çevrildiği” için 2009 Kasım’ında Ajans’taki görevinden ayrılan Serhan
Ada, AKB Ajansı Yürütme Kurulu Üyesi Korhan Gümüş,
İstanbul Serbest Mimarlar Derneği Başkanı Doğan Hasol ve AKB
Ajansı Dış İlişkiler Direktörü Esra Nilgün Mirze, 2010 Avrupa
Kültür Başkenti sürecini değerlendirdiler. Ortak yorumları ise sürecin başarılı
yönetilemediği yönünde.
Avrupa kültür başkentlerini seçen ve gözetimciliğini yapan Avrupa Jürisi’nin
başkanı Robert Scott’un gazetemize verdiği röportajda İstanbul
için şöyle bir benzetme yapmıştı: “İstanbul 150 kiloluk bir ağırsıklet
boksörüyken 60 kiloluk bir adam gibi yumruk atıyor.” Scott, projedeki en önemli
noktanın ise uygulamaların sadece bir yıllık bir yatırım değil sonraki yıllarda
da sürdürülebilir olmasını sağlamak olduğunu vurgulamıştı! İşte tam bu noktada,
Scott’un bu vurgusunun gerçekleşememesinin, pek çok kişinin sürece ilişkin ortak
eleştirisi olduğu söylenebilir.
‘Bu kafayla olmaz’
Nuri Çolakoğlu
İstanbul için, kültür sanat için önemli bir fırsattı ancak iyi bir şekilde
kullanılamadı. Biz 2010 Ajansı’nda sivil toplum, yerel yönetim, merkezi
hükümetin de aralarında olduğu yeni bir yönetişim modeli oluşturmaya çalıştık,
fakat para merkezi hükümetten gelince, devlet, parayı veren düdüğü çalar
mantığıyla duruma el koyunca öncelikler şaştı. Bu yönetişim modelinin yaratılıp
bundan sonra İstanbul’daki kültür sanat politikalarının belirlenmesi açısından
da açılabilecek yeni bir yol heder oldu. Buna karşılık sistem temel bir konsepte
oturtulmadığı için parça bölük birçok iş oldu. 2010 bir süreç başlattı. İnsanlar
İstanbul için ne yapabileceklerini düşünmeye başladı. Eğer yeni bir oluşum
olacaksa yapının kimin elinde olacağı çok önemli. Yeni ve heyecan verici işlere
imkân tanıyacak bir fonlama yaratılmalı... Mehmet Aksoy’un heykeli ile ilgili
tartışmaların yapıldığı bir dönemde konuşuyoruz. Devletin bu kafayla bakması
halinde bu fonun içinde devletin olmaması gerekir. Çünkü devlet burada olduğu
takdirde bundan bir şey çıkmaz. Projeyi işi bilenlere, anlayanlara bırakmak
lazım. Parayı ben verdim, benim istediğim olur kafasıyla bakıldığı sürece bir
şey olmaz.
‘Yenilikçi deneyimler yaşandı’
Korhan Gümüş
Kültür Başkenti olmanın en azından çok farklı biçimlerde algılandığını
gördük. Bazı siyasetçiler ve kültür insanları için görkemli geçmişimizi
Avrupalılara tanıtma amacı ön plandaydı. Bazıları için ise kamu kaynaklarına
ulaşmak ve daha çok iş çıkarmak önemliydi. Bu algılama biçimi de kültür
kuruluşlarının kamu ile ilişkilerinde oldukça güçlü. Kamu bütçelerine erişmek,
iş yapabilmek için önemli. Bir de elbette istediğimiz ölçüde olmasa bile,
yenilikçi birtakım deneyimlerin yaşandığı söylenebilir: Örneğin bir ulaşım
projesi olarak geliştirilen Marmaray projesinin Yenikapı’da disiplinlerarası bir
çalışmayla yeniden ele alınması. Bir taraf yıkalım, öbür taraf böyle kalsın
derken AKM’nin onarımının neredeyse bir mucize sayılabilecek biçimde katılıma
açılarak projelendirilmesi. Çokkültürlü miras kapsamında kamunun ilk defa
kiliselerin, sinagogların onarımı ve sahipleri tarafından işlevlendirilmesi için
katkıda bulunması. Kültür mirasına yalnızca inşaat, restorasyon işi olarak
değil, bilgi yönelimli bir bakışla yaklaşılması... Bunlar çok da yabana atılacak
gelişmeler değil. İstanbul’da hâlâ kültür yönetimi için katılımcı kamusal bir
yapı ihtiyacı var. 2010’dan çıkarılacak derslerle bu yapılanmanın nasıl
olabileceğini tartışmalıyız.
‘Süreç iyi yönetilemedi’
Serhan Ada
Tabii yapılamayan şeyler sınırsızdır, bütün bu durumlarda olduğu gibi. Ancak
Adalar Müzesi ve Çatalca’daki Mübadele Müzesi iyi işlerdi. Ama 2010 Ajansı’nın
kendi koyduğu hedefler açısından başarılı olduğu söylenemez. İstanbul 2010’un
halihazırda sanat ve kültür olaylarını zaten izlemekte olan bir kitleye
ulaştığını söyleyebiliriz. Kültürel katılım açısından başarılı olunamadığını,
etkinliklerin görevliler ile davetiye bulabilenler tarafından izlenebildiğini de
söyleyebiliriz. Süreç iyi yönetilemedi. Bir tarafta yapılan her şeyi haklı
göstermek isteyenler, öbür tarafta da her şeye karşı çıkanlar… Bu, soğukkanlı
bir analizin yapılmasını engelledi.
‘Halka yansımadı’
Doğan Hasol
Kültür başkentliği olgusu halka yansımadı. Konu bir devlet projesi katılığı
içinde ele alındı, kültürel hedef gözeten bir projeler bütünlüğü içinde
sürdürülemedi. Ayrılan çok büyük bütçenin kullanılış biçiminde de kuşkularım
var. Bütçenin büyük bölümünün, nitelikleri tartışılır restorasyonlarda
tüketilmesi bence doğru olmadı. Öte yandan, süreçte, Atatürk Kültür Merkezi’nin
kapalı tutulması ise tam bir kara mizah örneği gibiydi. İstanbul, 2010’u, var
olan tek kültür merkezi kapatılmış bir kültür başkenti olarak geçirme
talihsizliğine uğradı.
Esra Nilgün Mirze
2010 sürecinin yeterince anlaşılamadığı inancındayım. Bunun temelinde entegre
bir iletişim stratejisi oluşturulamaması yatmaktadır. 2010 Avrupa Kültür
Başkentliği süreci İstanbul açısından son derece önemli bir deneyimdir. Yakın
tarihinde belki de ilk kez kamu, sivil toplum ve iş dünyası aynı çatı altında,
ortak bir amaç için çalışmıştır. Ancak, uyumlu bir çalışma ortak bir kurum
kültürü yaratmakla mümkün olur, bunun da ön koşulu deneyim, bilgi ve birikimi
paylaşarak ortak bir vizyon ortaya koyabilecek ortak bir dil yaratmaktır. Ortak
bir dil ise ancak yıllar içinde oluşabilir. Birkaç yıllık bir süreç içinde
kalıplaşmış düşünceleri ve davranışları unutuverip bir anda vaat edilmiş cennet
yaratılamaz. Şimdi asıl yapılması gereken defans ve saldırı psikolojisinden
uzaklaşmak, objektif bir bakış açısıyla ve samimiyetle 2010 sürecini masaya
yatırarak olumlu ve olumsuz yönlerinden geleceğe yönelik dersler
çıkarmaktır.