İzmir’in mevcut durumu ve Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi’nin İzmir’in planlama sürecine bakışı nedir? İzmir son dönemde plan iptalleri ve tartışmalı planlama süreciyle gündeme sıklıkla geliyor bu bağlamda zaman zaman konunun bir tarafı da Şehir Plancıları Odası oluyor. Bu anlamda neler söylemek istersiniz?
İzmir kenti, Türkiye’de bulunan metropol kentlerin yaşadığı sorunları genel anlamda yaşayan bir kent. Plan iptalleri konusunda ise şunu söyleyebilirim; planların iptallerinden önce tartışılması gereken "neden bu kadar fazla iptal olacak plan hazırlanıyor?" sorusu. Bizim idari yargı nezdinde de kamuoyu nezdinde de planı koruyan bir yaklaşımımız var. Ama son dönemde, özellikle son 7-8 yıldır, normalleşmiş bir plan hazırlama sistemimiz var ki bu kapsamda planlamanın bilimsel temelinden tamamen uzak çalışmalar hazırlanıyor.
Bu perspektiften ele alacak olursak ilk olarak planlama süreçlerinde veri olarak kullanılması gereken bilgilerden bağımsız bir şekilde plan hazırlanması, keyfi bir planlama süreci yaşanması anlamında “usulen” sıkıntı yaşanıyor. İkinci olarak da kamu yararı ilkesinden uzak plan kararlarının üretilmesine dayanan “esas” boyutu var. Bunlar bir araya geldiğinde yargının plan iptali için verdiği iki temel karar ortaya çıkmış oluyor; birincisi “açıkça hukuka aykırılık” ve bununla beraber “uygulanması halinde telafisi güç ya da imkansız zararlar doğurması”. Dolayısıyla bir plan iptal ediliyorsa burada bir sorun var demektir.
Buraya kadar bahsettiklerimiz, dava süreçlerine ilişkin genel bir değerlendirmeyi kapsıyor. İzmir kentine odaklanacak olursak; İzmir kentinin Türkiye metropollerinin yaşadığı sorunları benzer şekilde, bazılarını çok daha şiddetli bazılarını daha az şiddetli, yaşayan bir kent olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle de günümüz kentleşme süreçlerinden çok bağımsız bir kent değil. Bu gerçekliğin başında büyük ölçekte göç alması, doğal değerleri nedeniyle yapılaşma bağlamında belirli eşiklere sahip olması geliyor.
Yine son 7-8 seneyi kapsayacak şekilde bahsedeceğim, Türkiye’nin ekonomisindeki değişimden, üretici ekonomi yerine arsa spekülasyonu üzerine kurulu bir ekonomiye geçişten, kaynaklanan bir yapılaşma sorunu var. Bir yandan da kentlerin sorunlarını çözme aşamasında hukuki zeminden kaynaklanan sıkıntılar mevcut. Parçacı planlama mevzuatı, çok başlı kurumsal yapılanma ve yeni ölçeklerde tanımlanan planlar Türkiye’de planlama sistemini açıkça darmadağın etmiş durumda.
Peki, bu yapı içinde İzmir’de neler oluyor?
İzmir’in öncelikle geçmişten biriken geleneksel metropol kentlerde olan sorunları var, bununla birlikte son 10 yılın ürettiği sorunları var. Ama şunu söyleyebilirim; İzmir diğer metropol kentlerimize kıyasla görece iyi konumda. Yapılaşma konusunda özellikle yeni hazırlanmış Nazım Planlarına baktığımızda büyük oranda kentin yapılanmasını belli kriterlere hassas kalarak gerçekleştirmeye çalışan bir süreç görebiliriz. İzmir, Nazım İmar Planını hazırladı ve onayladı, söz konusu planlar bazı revizyonlar gördü ve süreç içinde Odamızın da itirazına konu oldu ancak söz konusu çalışmalar hazırlandı. İzmir kenti, plan hazırlığı anlamında belli bir aşamaya gelmiş durumda ama bu planlar hazırlanırken bir yandan da bu planlara dışarıdan müdahaleler söz konusu oluyor, özellikle merkezi düzeyde.Tam bu noktada Genel Seçim döneminde İzmir için gündeme gelen "35 İzmir 35 Proje" çalışmasını sormak isterim. Sizce söz konusu projeler kentin mevcut planlarına uyum gösteriyor mu?
Plan ve proje çalışmaları bir arada giden çalışmalardır. Dolayısıyla bir projenin gerçekten bir proje niteliğine sahip olması için, bir plan kararı olarak gelmesi ve bu kararı uygulama etaplarına kadar tanımlayan bir dizi etüdlerinin yapılmış olması gerekir. Söz konusu projelerin büyük çoğunluğunun etüdleri yapılmış değildi.
Tabii bu çok yakın bir dönemin fenomeni… Aslında İzmir’in kentleşme sorunları ve tarihi ile ilgili bir soruya cevap verirken "35 İzmir 35 Proje" çalışmasını referans vermek çok doğru değil. Ancak söz konusu "hediye proje dağıtma" durumu ya da "büyük ölçekli kentsel proje müjdeciliği" ilk defa bu Genel Seçimlerde rastladığımız bir fenomen oldu. Daha önceki genel seçimlerden alışageldiğimiz durum daha çok tapu dağıtımlarını, büyük ölçekli sanayi tesislerinin kurulmasını, büyük kalkınma projelerini kapsıyordu. Bunlar genellikle ülkenin geneline hitap eden ve üretim sektörü üzerinden giden vaatlerdi. Bu dönem, doğrudan kentlere yönelik vaatleri kapsayan, sanki belediye başkanı seçiyormuşuz gibi bir çeşit "kentsel proje hediyeleriyle" milletvekili adaylarını seçtiğimiz bir dönem oldu. Bu stratejinin başarılı olup olmadığını bundan sonraki süreçte kamuoyu takdir edecektir.
Biz, Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi olarak, "35 İzmir 35 Proje"ye dair bir rapor yayınladık. Söz konusu projeler, belli başlıklar altında yer alıyordu ve bu kentte tartışılmış olan ve bu kent için uygun olmadığı düşünülen projeleri de kapsıyordu. "Bu projelerin kendisi İzmir için faydalı mıdır?" sorusunu olumlu bir şekilde yanıtlayamıyoruz açıkçası. Çünkü uzun yıllarca hazırlanmış, önemli kaynak aktarılmış, araştırmaları yapılmış Nazım Planlar mevcut. Planlamanın kendisini, bir sorun çözme amacı olarak tanımlayabiliriz. Dolayısıyla söz konusu planlar, kentin belli sorunlarını çözmeye yönelik belli aşamaları da içeren planlardır. Bununla birlikte bahsettiğimiz projelerin planlar ile uyumlu olması beklenir. "Hediyeler" ile yerel yönetimler tarafından "kentin anayasası" olarak tariflenen unsurun bir uyum içerisinde olması gerekirdi ancak, maalesef bu iletişimin uyumlu olmadığını gördük. Örneklerini de yaşıyoruz; Konak Tüneli Projesi ve Tüp Geçit Projesi gibi.
Son dönemlerde İzmir için gündemde olan projelerin benzerlerinin İstanbul kenti için de gündeme geldiğini söyleyebiliriz.
Evet, çünkü üretim ekonomisinden çıkıp tamamen sıcak paraya, ticaret sektörüne dayalı bir ülke ekonomisi yaratıyorsanız, bunun temel ticaret mallarından biri arsa ve inşaat sektörü; inşaat işlemlerinin geliştirilmesi ve buna bağlı olarak inşaat işçiliği sayesinde işsizlik oranlarının düşürülmesi bu anlamda gündeme geliyor. İnşaat sektörü elbette çok önemli, yapılanma hareketinin gelişen kentlerimizde özellikle çok ciddi düzeylerde olması gerekiyor.
Ancak bu noktada Türkiye’nin ekonomik yapısı içinde önemli kalemler nereden karşılanıyor diye düşündüğümüzde karşımıza birkaç aşama çıkıyor.
Bunlardan biri; kent merkezlerinde kamu mülkiyetinde bulunan arazilerin ihale edilerek satılması. Bu tür alanların şüphesiz ekonomik bir değeri bulunuyor ama kamu mülkiyetinde bulunan bu arazilerin aynı zamanda ekonomik maliyetle ölçülemeyecek hizmet sunma olanakları da bulunuyor. Bu kaynakların kullanımı ile Türkiye ekonomisi kendini ancak bir dönem idame ettirebilir.
İkinci boyutu; kent içindeki kamu yapılarının satışı. Söz konusu ikinci boyut; tekel binaları, tütün depoları gibi kent içinde kalmış tarihi toplumsal bellek ürünü olan yapıların satılmasını ve bu yapıların iş merkezlerine, alışveriş merkezlerine, ticaret merkezlerine ya da otellere dönüştürülmesini kapsıyor.
Bir diğer boyut; son dönemde yapılmaya başlanan ve özellikle turizm sektörünü etkileyecek olan 'tip dereceleri' düşürülerek belli alanların yapılaşmaya açılması konusu. Bu durum, turizmin kendi kaynağını tüketmesi halini beraberinde getiriyor. Çünkü turistler, söz konusu bölgeleri doğal ve tarihi nitelikleri için tercih ediyor ancak bu bölgelerin doğal yapısını bozacak düzeyde yapılaşmaya açılması yönündeki kararlar turizmin kendi kaynağını tehdit ediyor.
Bir de özellikle İstanbul’da söz konusu olan kent merkezindeki eğitim tesisi alanlarının satılması durumu mevcut.
Bu ekonomik model, sürdürülebilir bir model değil çünkü az önce sıralamış olduğumuz kamu mülkiyetinde bulunan arazi ve yapılar zaman içerisinde tükeniyor. Bu durum da şöyle bir geri dönüşe neden oluyor; söz konusu hizmet sunum alanları, yani kamu mülkiyetindeki araziler, kamunun elinden çıktığı için kamu hizmet sunma ihtiyacı duyduğu anda elinde uygun arazisi bulunmuyor dolayısıyla çok büyük rakamlarda kamulaştırma bedelleri gerekiyor.
Örneğin kent merkezinde bir eğitim tesisi yapmak için kamu arsa bulamadığı takdirde çok ciddi kamulaştırma yapmak durumunda kalıyor. Bunu yapamadığında ise yer seçimi bakımından hiç uygun olmayan alanlara bu hizmeti taşımak durumunda kalıyor. Dolayısıyla bu durum insanların erişim maliyetlerini etkiliyor, arttırıyor. Bizler şehir plancıları olarak ilkokul tesislerini, konut alanlarında, yürüme mesafelerinde planlamaya çalışırız ancak gerçek yaşamda baktığımızda ekonomik modeller nedeniyle bu sistemin uygulanamadığını görüyoruz. Bu, ilkokul tesis alanları üzerinden bir örnek, aynı durum farklı kentsel donatılara ulaşım anlamında da geçerli. İnsanların mahalle düzeyinde erişebilecekleri hizmetleri etkileyecek satış üzerine kurulu bir makro ekonomimiz var.Bu ekonomik sistemin, özellikle İzmir ölçeğinde kente etkileri nelerdir?
Bu ekonomik sitemin kentlerde çok ciddi yansıması oluyor. İncelediğimizde, pek çok projenin kent için faydalı yatırım projeleri olmadığını görüyoruz. Temelinde inşaat sektörünü canlı tutmaya yönelik ve kentin planlarından tamamen bağımsız gelişen yatırımlar, dolayısıyla bir süre sonra muhtemelen kente getirdiği faydadan daha büyük zarar getirecekler. Bunu şuna dayanarak söylüyoruz; öncelikle projelerin, kentin tanımladığı planlama süreçlerinden ayrı olması başlı başına bir sorun. Bununla birlikte bildiğiniz üzere İzmir için oluşturulan projelerin büyük bir kısmı Ulaştırma Bakanlığı’na ait, bu projeler Ulaştırma Bakanlığı’nın Mart 2011’de yayımlamış olduğu "Türkiye Ulaşım ve İletişim Stratejisi Hedef 2023" başlıklı raporda yer alan politikalara aykırı, "Konak Tüneli Projesi" bu durumun en temel örneklerinden biri.
Dolayısıyla bu noktada plan ve projenin birlikte çalışmadığı, kentlerin tanımlı olan sorunlarının çözümüne olanak sağlamayacak ve çok ciddi kaynak gerektiren projeler mevcut. Büyük ölçekli kentsel projelere aktarılacak kaynağımız var ise; bakın, çok daha ciddi tanımlanmış sorunları var bu kentin oraya aktaralım böylece sorunlar daha hızlı bir şekilde çözülür.
Planlama meslek alanından baktığımızda nazım planların kusursuz planlar olduğunu söylemiyoruz. Bunlar zaman zaman gerekçeleri oldukça revize de edileceklerdir, planlama sistemimiz bunu dışlamıyor. Ama bu nasıl olur? Her bir projenin ekonomik, teknik, mali fizibiliteleri yapılır. Eğer hakikaten fayda sağlıyorsa ve entegrasyonu da iyi bir şekilde kurgulanıyorsa o zaman bu projeler ilgili planlara birer plan kararı olarak girebilir.
Bu kapsamda Konak Tüneli Projesine dönecek olursak; bu proje öncelikle karayolu geçiş projesidir. Bir ulaşım talep modeli kurulduğu zaman eğer olumlu sonuç veriyorsa, sonra çevresel etkilerine bakılır. Çevresel etkileri ve güzergah üzerindeki hukuki durumlar değerlendirilir. Sonuçta fizibilite anlamında uygun ise bu tip projeler birer ulaşım ana planı kararı olarak nazım planlara işlenir ve biz de ayakta alkışlarız ama şu anda hiçbir çalışması yapılmayan bir proje olduğu için kafamızdaki şüpheler artıyor ve bunu da kamuoyu ile defalarca paylaştık.
Parça parça, yamalar halinde kent sorunlarını çözme çabası, planları yeni hazırlanmış bir kent olan İzmir için bir fayda sağlamayacak.
Bu noktada yerel yönetimler tarafından hazırlanan planlar için ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle şunu belirtmek isterim; Odamızın bu planlara ilişkin itirazları da oldu, planların belirli kritik noktalarına ilişkin davaları da oldu. Ama şunu biliyoruz; plan araştırmaları yönetimi, idarenin tasarrufundadır. Burada önemli nokta; şu an yürürlükte bir planımızın olmasıdır ve itiraza konu olan kararlar süreç içerinde yeniden düzenlenebilir ya da o kararların doğru olduğuna kanaat getirilir ve gerekçeleriyle söz konusu kararlar korunur.
Bizim açımızdan Planın en kritik bir hatası; neredeyse yürürlükte bulunan bütün planları kabul eden bir halinin olmasıydı. Sonuçta İzmir yapılaşma anlamında çok ciddi ölçüde havza sınırlarına, tarım alanlarına, doğal kaynaklarına dayanmış bir kent. Oda olarak, bu denli büyük yeni gelişme alanlarına ihtiyaç olmayacağını ifade ettik. Çünkü daha önceden parça parça onaylanmış, 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planları kapsamında gelişen bir süreç mevcut. İzmir’in yürürlükteki Nazım Planları yaklaşık 8 – 8,5 milyonluk bir nüfusu barındıracak bir yapıda bununla birlikte İzmir’in 2020 yılına dair nüfus projeksiyonu 4,5 milyonluk bir nüfus öngörüyor. Bu durumda aslında, İzmir’in bu denli büyük yeni gelişme alanlarına ihtiyacı yok.
Ama şu yanılgı ortada: "İzmir’de yatırım için yer yok", "Bu plan yeni gelişme alanı açmadı, konuta ihtiyacımız var bunun için uygun yer yok" argümanları aslında İzmir için geçerli değil. Yatırımcının planla öngörülmüş olan alanlarda değil de bir zaman almış olduğu kendi arsasında yatırım yapma isteği nedeniyle, arsa spekülasyonu yaratmak için geliştirilen söylemler. Şu argümanı neredeyse açık açık söyler hale geldiler: "Benim arsam, nasıl karışırsınız".
Bu durumu bir örnek ile açıklamak gerekirse; Karşıyaka Stad Projesini aktarabiliriz. Bir yatırımcı kamunun mülkiyetinde olan bir spor tesis alanını satın alıp burada konut yapmak isteyebiliyor, bu kadar normalleşmiş bir tartışma var ortada. Spor tesis alanı olduğu imar planında belli olan bir bölgeyi yatırımcı olarak satın alıyorsanız, spor tesisi yapma amacınız olmalı. Aldıktan sonra; "Ben bunun da bir kısmını konut yapmak istiyorum" dediğinizde amacınız belli olur. Bununla birlikte, bunu yaparken yurtdışındaki örneklere başvurmanın kendisi daha absürt bir durum. Avrupa’daki, Amerika’daki planlama süreçlerini biliyoruz sonuçta. İnsanlar planlama otoritesine "Ben bu planda şöyle bir değişiklik yapmak istiyorum" dediklerinde planlama otoritesi "plan nasıl değişir, plan kararı olan bir yeri neden değiştirelim" düşüncesiyle anlamayarak bakıyor.
Dolayısıyla böyle bu tip bir planlama kültürünün Türkiye’de tanımlanması ve belki yeniden ele alınması gerekiyor. Planların değişebilme durumu fazlasıyla normalleşmiş durumda. Ancak İzmir’in hem duyarlı kesimleri hem de dönem dönem yerel yönetimi bu konularda hassas davranıyor.
İzmir’de "1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planları kapsamında gelişen bir süreç mevcut” dediniz. İzmir’in Nazım İmar Planları bakımından durumu nedir?
İzmir’in tarihi boyunca 1/5000 ölçekli imar planı olmamış. Bazı bölgeler için 1/5000 ölçekli planlar hazırlanmış ama kentin büyük bir kısmı için bu planlar üretilmemiş. İzmir, hep 1/1000 ölçekli planlarla gelişmiş.
Evrensel planlama ilkelerinde esas olan; planların kademeli birlikteliğidir. Buna göre üst ölçek plandan başlayan sistem uygulama ölçeğine kadar iner. Bu planların elbette üst ölçek - alt ölçek geçişleri vardır. Ancak İzmir’de hep uygulama planları olmuş dolayısıyla kente bir bütün olarak hiçbir zaman bakılmamış. 1973 senesinde 1/25000 ölçekli planları hazırlanmış ama onlar da onaylı planlar değil. İzmir’in planlama tarihinde bizim geleneksel planlama sistemimizin son derece dışında bir yapılaşma söz konusu olmuş. Uygulama imar planları üzerinden bir kent şekilleniyorsa bu durum; kentin parsel parsel büyüyeceğine işaret eder. Her parsel kendi içinde büyüyecektir ve bunun sonucunda bir yapı ile onun yanındaki yapı arasındaki ilişki kurulamaz, büyük ölçekli yollar ana yollar, büyük kamusal alanlar kurgulanamaz.
İzmir’de bugün hala büyük ölçekli kamusal alanlar varsa, 30’lu yıllardan, eski planlarından gelen kararlarla var. 1/1000 ölçekli planlarla bunları elde edebilmeniz mümkün değil.
Karşıyaka merkez bölgesinin 1/5000 ölçekli Nazım İmar planı ilk defa geçen yıl askıya çıktı. Beni en fazla şaşırtan noktalardan bir tanesiydi bu. Kent, nasıl o ara ölçeği kaçırır? Çünkü soyut plan kararı ile somut uygulama arasındaki iletişimi sağlayan plan 1/5000 ölçekli nazım imar planıdır. Bu çalışma, yargı kararı sayesinde yapıldı. Bunun kentin yapılaşmasına getirdiği hasarı belirli kesimler okuyordur. Yargı kararının böyle bir faydası olduğunu hatırlatmak gerekir. Çünkü kent, yanlış bir sistemle yapılaşıyordu. Bu uyarıları biz meslek odası olarak defalarca yaptık ama bilimin uyarıları yerine yargının kesin kararı etkili oldu. Dolayısıyla doğru bir planlama süreci aşaması şimdi İzmir’de başlamış oldu diyebiliriz. Bu usul açısından önemli olan kısmı.
Bir diğer boyutu, çok daha kritik, bu dönemin boyutu: sanki İzmir’i İzmir Büyükşehir Belediyesi planlıyormuş gibi bir algı var. Aslında İzmir’i pek çok farklı kurum kafasına göre planlıyordu. Türkiye’de plan yapma yetkisine sahip olan 20 tane kurum, 60 tane yasa var.
Bu süreci üç ay öncesine dönerek anlatacağım; öncelikle Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Turizm Merkezlerinde, Kültür ve Turizm Koruma Gelişim Bölgelerinde plan yapma yetkisi bulunuyor. Dolayısıyla İzmir’in içinde bulunan Turizm Merkezi Alanları birer adadır ve yerel yönetimin söz konusu alanlarda planlama yetkisi yoktur. Örneğin İnciraltı böyle bir alan. Özelleşme İdaresi Başkanlığı, özelleştirmeye konu olan bütün alanlarda plan yapma yetkisine sahip; TOKİ, her türlü yetkiye sahip; Özel Çevre Koruma Kurumu, Özel Çevre Alanlarında yetkiye sahip; Bayındırlık Bakanlığı, eskiden beri gelen dönem dönem doğru da kullanılmış olan resen plan yapma yetkisine sahip. Çok farklı kurumların plan yapma yetkisi bulunuyor, İzmir’de de böyle yamalarımız mevcut. Bunlar kentin bütüncül Nazım Planının hazırlanması bağlamında çok büyük engeller.
İzmir Büyükşehir Belediyesi, merkezi otoritenin yapmış olduğu plan kararını beğenmeyebilir, itiraz edebilir, dava açabilir. Örneğin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Bayraklı’da gözetleme istasyonu kurma projesi bulunuyor. Bu kararı doğrudan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı onaylayıp, Nazım Plana işletebiliyor. Bizim de Oda olarak itirazım var, Bayraklı Belediyesi’nin de itirazları var. Bu yetkiye sahip olmak hukuken kanunun tanımladığı bir durumdur ama bunun planlama süreçleri ve yerel yönetim açısından meşruiyeti çok ciddi anlamda sorgulanmalı. Doğal sit alanında, kentin en hakim noktalarından birinde, Koruma Amaçlı İmar Planı bulunan bir alanda, Ağaçlandırma Projesine konu olan bir alanda bu kararın onaylanıp hemen yürürlüğe girmesi ciddi bir sorun. Merkezi yönetimin bu yetkiye sahip olması, o yetkiyi istediği gibi kullanma hakkını ona vermemeli. Kanunen elbette böyle bir yetkisi var ancak bu tip kararların yerel ile de görüşülmesi, tartışılması gerekir. Bu kapsamda İnciraltı bölgesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bunun gibi çok karar var, İnciraltı da bunlardan bir tanesi. 22 senedir Turizm Merkezi’ olan bir alan ama İzmir’de EXPO konusu gündeme geldiğinde Kültür ve Turizm Bakanlığı plan yapma yetkisini hatırlamış oldu. Tabi bu tür planlama süreçlerinin İzmir’de, siyaseten muhalefetin bulunduğu bir kentte, siyasi sonuçları elbette oluyor. Bir süre sonra bu teknik konular siyasi tartışmalara dönüyor. İzmir’in önemli açmazlarından bir tanesi bu. Bilimsel, hukuki, teknik bazı süreçlerin kamuoyunda tartışılması maalesef büyük oranda siyasi tartışmalara dönüyor. Müzakere süreçleri İzmir’de çok yanlış tanımlanan süreçler. Bir uzlaşı ortamı yaratıldığı ifade ediliyor ancak bu da yanlış tanımlanıyor.
İnciraltı örneğinde; "Biz uzlaşı ile bu planı hazırladık ama bakın kentin bazı kesimleri buna karşı" denilerek bir kamuoyu baskısı yaratılıyor. Uzlaşı dediğimiz şeyin çok temel bir kriteri var; bilimsel temel üzerinde mutabakat sağlanması gerekiyor. Planlama, inşaat, mimarlık, peyzaj, ziraat, jeoloji gibi bilim alanlarının ortaya koyduğu kriterlerin tartışılması daha sonra idarenin; "Bu tür hassas durumlar var, bu tür bilimsel bilgiler var, bu verilere göre ne yapabiliriz" demesi gerekiyor. İlkeleri bu noktadan sonra tartışmak gerekiyor. Bir siyasetçinin bilim alanına müdahale etmesi kabul edilebilir bir şey değil tabi ama bugün siyasetçinin estetik alana ya da arkeoloji alanına da müdahale ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla siyasetin kendisi bilim alanına doğrudan manipüle edebilir hale getirilmiş durumda. Tabi, ben bunu siyasi alandan bilim çevresine gelen bir saldırı olarak yorumladığım için söylüyorum.
Dolayısıyla İnciraltı konusunda temel tartışma; bilimsel bazı kriterlerinin ortaya konulmasıdır. Biz, "İncirlatı şöyle planlansın" demiyoruz ama bazı kriterlerimiz var, "Bu alanlar dünyada şu kriterlerle şu şekilde planlanır" diyoruz. İnciraltı planı defalarca revize edildi ve en son plan çok yakın zamanda onaylandı, itirazımı tekrar ilettik. Mesela buranın toprak yapısına ilişkin, buranın mutlak tarım arazisi olması. Buraya ait Toprak Koruma Kurulu kararı bulunuyor. İnciraltı Planı’nda bu karar ve alanın toprak haritası bulunmuyor. Hatta bir önceki planda Toprak Kabiliyeti Haritası başlığı vardı ancak haritası yoktu. Yeniden revize edilen İnciraltı Planı’nda Toprak Bölümü yok neredeyse, bilginin kendisini ortadan kaldıran bir süreç mevcut, tartışmayı ortadan kaldıran bir süreç... oda olarak "Bu alanın toprak kabiliyeti incelenmeli" dediğimizde kamuoyunda başka türlü tartışmalar başlıyor, insanlar kendi değerlendirmelerini yapmaya başlıyorlar. Bir yandan da EXPO tartışmasıyla İnciraltı tartışması birlikte gidiyor.
Son olarak gündemde olan konulardan 'kentsel dönüşüm süreçleri'nin İzmir’de nasıl ilerliyor?
İzmir kamuoyunda bazı kesimler tarafından İstanbul ve Ankara kentleri sürekli örnek gösteriliyor. İstanbul’da, Ankara’da ya da diğer büyük kentlerde yapılmış olan kentsel dönüşümün sonuçlarını görmüyorlar.
O bölgede yaşayan insanlar gerçekten oraya yerleştiler mi? Bu üretilen konutlarda kimler yaşamalı? Yaşam memnuniyetleri nedir? Sosyal donatılara erişimleri nasıl? Bu projeler aracılığıyla yoksulluk alanları azalmış mı? bu sorular tartışılmıyor. İzmir’de planla öngörülmüş kentsel dönüşüm alanları mevcut. Kentsel dönüşümü konusunda İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin çalışmaları var ve İzmir’de kentsel dönüşüm konusunun daha sağduyulu ilerlediğini söyleyebiliriz.