Yapı üretim sürecinde dikkate alınması gereken kararlarından, proje üretiminden malzeme seçimine, malzeme seçiminden yapı denetimine kadar gerekli olan mühendislik kurallarına kadar hiç bir şeye bugün bile uyulmadığını ifade eden Gökçe, "Oysa yapı üretim sürecinin sağlıklı işleyebilmesi için, her uygulamanın mühendislik bilgisi ve bilimi doğrultusunda yapılması gerekiyor" dedi.
İstanbul'da beklenen olası depremin er ya da geç yaşanacağının altını çizen Gökçe, en az 6.5 oranında olacağını vurgulayarak, "Şu an odaklanılması gereken en önemli konu bu. Ama maalesef gerekli çalışmalar yapılmıyor. Olası depremde nereye kaçacağımızı bile bilmiyoruz. Bütün toplanma alanları yapılaşmaya açıldı" diye konuştu.
Türkiye'deki yapıların sadece yüzde 35-40'ının sigortalı olduğunu belirten Gökçe şu ifadeleri kullandı: "Bugün İstanbul AVM’lere, yerli yersiz gökdelenlere teslim edilmiştir. İstanbul’da deprem sonrası toplanılacak boş alan kalmamıştır. 1999 Gölcük Depremi sonrası İstanbul’u depreme hazırlamak için, benim de içinde bulunduğum 14 kişiden oluşan İl Afet Merkez Kurulu, dönemin valisi başkanlığında üç yıl çalışarak, 493 Toplanma Alanı ve Çadır kurulacak yer belirlemiştir. Bu yelerin 3/4'ü ranta, haksız kazanca teslim edilmiştir. Bugün İstanbul depreme 1999 yılından daha hazırlıklı değildir."
Basın açıklamasının tam metni ise şöyle;
17 Ağustos 1999 Depreminin 16. yılında ülkemiz ve İstanbul yaşanacak bir depreme hazır mı?
Yaşadığımız Gölcük merkezli depremin üzerinden 16 yıl geçti. 16 yıl önce başta Gölcük olmak üzere neredeyse tüm Marmara Bölgesi 7.4 büyüklüğünde olan depremin yıkıcı etkisini yaşadı; binlerce insanımız hayatını kaybetti, binlercesi yaralandı, ülkemizin ekonomisi ağır ölçüde etkilendi. Açıkçası 17 Ağustos 1999 depremi toplumsal psikolojimizi derinden etkiledi. Ülkemizin en doğusundan en batısına, en kuzeyinden en güneyine kadar bu coğrafyada yaşayan insanlar, az veya çok ölçekte etkilendi.
Türkiye başta deprem olmak üzere çeşitli doğa olaylarından sıkça etkilenen bir ülkedir. Sık aralıklarla yaşamış olduğumuz depremler, ülkemizin önemli bir gerçeği olarak büyük ölçüde can ve mal kayıplarına neden olmakta, bir doğa olayı olarak kalması gerekirken çok büyük acıların yaşandığı bir “afet” olarak karşımıza çıkmaktadır.
Deprem ve afete dönüşen diğer doğa olayları nedeniyle çok ağır kayıplar yaşayan bir ülkenin insanları olarak, yeterli ölçüde ders almadığımızı ortaya çıkan yeni “afetler”le bile öğrenemiyoruz.
Afet konusunda yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olmamıza rağmen; ne yazık ki, bilgi ve birikimimizin bize yüklemiş olduğu sorumluluğu yerine getirmek yerine, afete açık yeni kentler yaratmak için yapılmaması gereken her şey yeniden yapılıyor.
Ülke topraklarımızın %66’sı 1. ve 2.derece deprem tehlikesi altında bulunuyor. Nüfusumuzun %70’i, büyük sanayi kuruluşlarımızın %75’i, deprem tehlikesi altında yaşıyor. Yapı stokumuzun deprem güvenlikli olmadıklarını da biliyoruz. Yaşamış olduğumuz depremlerin, deprem büyüklüğü ile orantılı olmayan can kayıplarını ortaya çıkardıklarını da biliyoruz.
Bu durum ülkemizde bulunan yaklaşık 20 milyon konut ve kamu yapılarının orta büyüklükte bir deprem de bile ayakta kalabileceklerini oldukça zorlaştırıyor. Yeterli ölçüde mühendislik hizmeti görmeyen, kaçak ve denetimsiz olarak üretilen yapı stokumuzun sayısı, 1999 afetinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün bile oldukça fazla. Oysa Gölcük merkezli depremle yapılarımızın %6’sı göçmüş, %7’si ağır hasar almış, %12’si de orta hasar alarak oturulamaz hale gelmiştir. Açıkçası toplam bina sayısının yaklaşık %25’i oturulamaz hale gelmiştir.
Yapı üretim sürecinde dikkate alınması gereken yer seçim kararlarından proje üretimine, proje üretiminden malzeme seçimine, malzeme seçiminden yapı denetimine kadar gerekli olan mühendislik kurallarına bugün bile uyulmamaktadır. Oysa yapı üretim sürecinin sağlıklı işleyebilmesi için, her uygulamanın mühendislik bilgisi ve bilimi doğrultusunda yapılması gerekmektedir.
Bugün kentlerimiz deprem tehlikesiyle birlikte diğer doğa ve teknolojik tehlikelerle iç içe yaşamakta, risk havuzlarının yanı başımızda biriktirdiği koşulların dönüştürülmesi için gerekli olan önlemler alınmamaktadır. İstanbul başta olmak üzere kentlerimizi depreme hazırlamak adı altında yapılan yeni uygulamalarla, deprem afeti başta olmak üzere, kentlerimiz yeni afetlere açık bir hale getirilmiştir. Bu bağlamda orman, kıyı, su havzaları ve diğer kamu alanları gibi doğal kaynaklarımız ticari bir meta gibi görülerek kullanılmış; bu durum su, hava ve toprağın daha da kirlenmesine yol açmıştır.
Bugün İstanbul AVM’lere, yerli yersiz gökdelenlere teslim edilmiştir. İstanbul’da deprem sonrası toplanılacak boş alan kalmamıştır. 1999 Gölcük Depremi sonrası İstanbul’u depreme hazırlamak için, benim de içinde bulunduğum 14 kişiden oluşan İl Afet Merkez Kurulu, dönemin valisi başkanlığında üç yıl çalışarak, 493 Toplanma Alanı ve Çadır kurulacak yer belirlemiştir. Bu yelerin 3/4'ü ranta, haksız kazanca teslim edilmiştir. Bugün İstanbul depreme 1999 yılından daha hazırlıklı değildir.
Bu durum bir yandan doğal kaynaklarımızı tüketirken, diğer yandan deprem başta olmak üzere diğer doğal afetlerin habercisi olarak yeni risk alanları yaratmıştır. Kentlerimizin açık ve kapalı alanları aynı zamanda birer yaşam çevresi olarak görülmesi gerekirken, bu anlayıştan giderek uzaklaşılmış, kentlerimiz sadece mekan düzeyinde ele alınmıştır. Böylece deprem afetine hazırlanan kentlerimiz, beş afetle karşı karşıya bırakılmıştır.
Kamusal ve kamu yararına kullanılan alanların birçoğu bugün,“kentsel dönüşüm” adı altında plan bütünlüğünden koparılarak ranta teslim edilmiştir. Doğal kaynakların yanlış kullanımı, kaynakların tükenmesine ve doğal afetlerin giderek artmasına neden olmuş, daha da olacaktır. Açıkçası kentlerimiz depreme hazırlanırken, bir afetten beş afet yaratma başarısı (!) gösterilmiştir.
Bu bağlamda;
1. Deprem açısından, 1999 yılından daha iyi durumda değiliz.
2. Sel ve su baskınları giderek artıyor.
3. Isı adaları oluşuyor, yaşam alanları daha da sorunlu hale geliyor.
4. Hava kirliliği her geçen gün biraz daha artıyor.
5. Kentsel dönüşüm uygulamaları sosyal ve toplumsal sorunları daha da arttırıyor.
Ülkemizin ve dünyanın önemli kentlerinden birisi olan İstanbul’un deprem tehlikesine karşı, özellikle 1999 Gölcük merkezli depremin ortaya çıkardığı can ve mal kayıpları dikkate alınarak, bugüne kadar çok şey yazılmış, çok şey konuşulmuştur.
Özellikle 2003 yılında dört üniversitemizin İstanbul Büyükşehir Belediyesi için hazırlamış oldukları İstanbul Deprem Master Planı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından 2004 yılında düzenlenen 1. Deprem Şurası rapor ve kararları, yine 2009 yılında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından düzenlenen Kentleşme Şurası rapor ve kararları ne yazık ki bugüne kadar hayata geçirilmemiş veya geçirilememiştir.
Genel olarak doğal afetlere, özel olarak da deprem zararlarının azaltılmasına ilişkin olarak bütünlüklü “Stratejik Bir Plan” bugüne kadar ortaya konamamış, konmuş olanlar ise uygulamadan oldukça uzak kalmıştır. Doğal afetlere ve özellikle de deprem tehlikesine karşı alınması gereken önlemler yerine, geleneksel bir anlayışın devamı olan “yara sarma” yaklaşımından “risklerin azaltılması” noktasına gelinememiştir.
Toplumların tarihsel süreçteki gelişimlerine bağlı olarak sürdürülebilirlik, korumacılık, demokrasi, kararlara katılım ve geçmişe olan saygı gibi önemli değerler kimi toplumlarda güçlü, kimi toplumlarda ise oldukça zayıftır. Özellikle demokrasisi gelişkin ve daha örgütlü toplumlarda değişim ve dönüşüm süreçleri, ortadan kaldırma şeklinde olmaz, olamaz. Toplumların dünden bugüne getirmiş oldukları insani değerlerin korunması ne kadar önemli ise, kentsel yenileme ve dönüşüm konusu da o kadar önemli bir konudur. Bu kapsamda kentlerin bir bütün olarak ele alınması ve planlanması, kentsel değerlerin korunarak geleceğe devredilmesi de büyük bir öneme sahiptir. Kentsel yenileme ve kentsel dönüşüm konusu çağdaş ve demokrasisi güçlü ülkelerde sadece mekan düzeyinde ele alınmıyor. Sosyal, ekonomik, çevresel ve mekansal gelişmenin bir bütünü olarak ele alınıyor. Ayrıca geleceğe yönelik toplumsal bir öngörünün oluşturulması ve yönetilmesi süreci olarak da düşünülüyor ve değerlendiriliyor. Bizde ise, kentsel dönüşümün mekansal düzeyde ele alınması bile ortak akıldan, estetikten, yaşanabilirlik ve sürdürülebilir bir yaşamı hedeflemekten oldukça uzak kalıyor.
Deprem ve güvenli yapı konusu toplumsal bir travmaya dönüştürülerek, kent topraklarının kullanılma biçiminin başka afetleri de gündeme getirdiği ne yazık ki dikkate alınmıyor. Kentlerimizde bulunan yapılar bir mühendis, mimar ve kent plancısı anlayışıyla ele alınmıyor. Bir müteahhit anlayışıyla, sadece YIK-YAP anlayışıyla yeni sorun alanları yaratılıyor. Kentsel dönüşüm uygulamaları rantı yüksek yerlerde yapılıyor. Kentsel dönüşümden anlaşılan; daire alanları küçültülerek daire sayısını artırmak olarak uygulanmaktadır. Bu durum yeni bir alt yapı sorunu doğuruyor. Nüfus artıyor, ulaşım sorunlu hale geliyor. Demografik yapı bozuluyor. Yıkılan yapıların geri dönüşüm yoluyla yıkımdan çıkan malzemelerin yeniden kullanımının sağlanması gündem dışı kalıyor. Yıkılan yapılardan çıkan molozlarla deniz doldurularak eko sistem bozuluyor.
Bugün ülkemizde plan kavramı geri itilmiş, patronaj ilişkileriyle yeni imtiyazlar sağlanmıştır. İmar planları kentsel rantın dağıtılması noktasında bir araç olarak kullanılmaktadır. Üretime dayalı bir ekonomik model yerine, ihtiyaç temelli olmayan, inşaata dayalı bir ekonomik model tercih edilmiştir. Bu tür uygulamalar siyasal sistemi bir “rant dağıtıcısı” olarak karşımıza çıkarmıştır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, haziran ayı meclis toplantılarında 4 gün içinde 193 dosyayı görüşerek bunların 147’si plan tadilatı ve imar değişikliği olarak kabul ediliyor. Reddedilenlerin bir kısmı da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından kabul ediliyor. Yenikapı ve Maltepe sahillerinin doldurulmasının yanına 20 futbol sahasının büyüklüğünde Ataköy sahili de doldurularak yeni bir övünç kaynağı oluşturuluyor. Bunun adı denizi insafsızca kullanmaktır. Sahildeki yeşil alanları inşaatlarla doldurup sonrada denizin doldurulmasını insafla karşılamak mümkün değildir.
Depremde dolgu alanları en tehlikeli alanlardır. Yol yaparak denizi doldur. Miting alanlarını yok say, denizi doldurup miting alanı yap. Yetmedi yeni inşaat alanı yeri oluşturmak için tekrar denizi doldur. Kutlamak gerekir bizim yöneticilerimizi… Eğitim, sağlık, toplumsal yaşam ve kentleşme anlayışımızın sürdürülebilirlik ilkesine uygun olarak düzenlenmesi gerekmektedir.
Bugün ülkemizde inşaat mühendisliği diploması veren 108 üniversitede 182 inşaat mühendisliği bölümü ve programı bulunmaktadır. Bu bölüm ve programlara 2014-2015 öğretim yılında 10363 öğrenci yerleştirilmiştir. 196 puan alan da, 519.25 puan alan da aynı diplomayı alacak, aynı işleri yapacaklardır. Oysa can ve mal güvenliğini sağlamak gibi bir görevi var inşaat mühendislerinin. Fakülte ve yüksekokulların büyük çoğunluğunun yeterli fiziki şartları, laboratuvar ve öğretim kadroları yoktur. Ayrıca birkaç yıl sonra aramıza her yıl 8000-9000 diplomalı işsiz katılmış olacaktır.
2001 yılında çıkarılmış olan 4708 sayılı Yapı Denetim Yasası kapsamında 12 yıl fiilen proje mühendisliği yapmayanlar proje denetçi belgesi alamamışlardı. Bu süre daha sonra 5 yıla, bugün de 3 yıla indirilmiştir. Her yıl küçük bir proje yaparak üç yılda üç proje yapanlar proje denetim belgesi almakta, her büyüklükte yapının projesini denetlemektedirler. Mühendislerin proje yapabilmeleri, denetçi mühendis olmaları ve uygulama sürecinde bulunmaları için Odamıza kayıtlı olmaları yeterli olmaktadır. Açıkçası mühendisin imzası bir yeterlilik, etik ve vicdani sorumluluk anlayışından çıkarılarak, ruhsat için gerekli olan bir formalitenin tamamlanması için kullanılmaktadır. Son derece sınırlı olan Odamızın ve diğer meslek odalarının yetkileri 2011 sonrası dönemde daha da sınırlandırılmıştır.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda ciddi bir sorun vardır. 2014 yılında hayatını kaybeden 1886 işçinin 1/3 ü inşaat sektöründe ortaya çıkmaktadır. Geçtiğimiz Temmuz ayında 166 işçi yaşamını yitirmiştir. 2015’in ilk 7 ayında 971 işçi iş cinayetlerine kurban edilmişlerdir. Ayrıca kentlerin en can alıcı yerlerinde AVM’ler, gökdelenler ve oteller yaparak satmak temel bir hedef olarak görülmüştür. Böylece kent topraklarından sağlanan haksız kazanç, belli kişi ve gruplar da toplanmakta, yeni zenginler dönemi yaratılmaktadır.
Bu bağlamda mevcut ekonomik düzenin sürdürülebilmesi için yeni bir hukuk zemininin oluşması gerekiyor. Her şeyin legal ve yasal zeminde yapılmış olduğunun “göstermelik de” olsa kamufle edilmesi gerekiyor. Bu duruma bağlı olarak;
• Yargı,
• Kullanılan araçlar,
• Kurumsal işleyişler,
• Oluşturulan karar mekanizmaları
• Denetim ve var olan kuralların yeni uygulamalar karşısında sorun yaratmaması gerekiyor.
Tüm engellerin ortadan kaldırılması gerekiyor. TOKİ yasası ve ihale yasası bu nedenle onlarca kez değiştirildi, hukuk sistemi tamamen “iktidar gücünün” arkasına takıldı. Yargı bağımsızlığı yok edildi. Yargı yoluyla hak aramak imkansız hale geldi. Yargı siyasallaştı. Oysa çağdaş olmak, evrensel bilgilerin araçlarına sahip olmayı da zorunlu kılmaktadır. Bu olgu sadece bilimsel ve teknolojik gelişmişlikle de sınırlı değildir. Çağdaş olmak, bilgi ve teknolojik gelişmişliğin yanında örgütlü bir toplum olmayı da gerektirir. Demokratik katkı ve katılımın olmazsa olmaz bir olgu olduğuna inanmayı her zaman zorunlu kılar.
Bugün başta İstanbul olmak üzere, kentsel alanların yaklaşık olarak yarısı sağlıksız, niteliksiz, öngörüsüz ve güvensiz yapılarla doludur. Bu nedenle kentlerimizin öncelikli sorunu, nereye, nasıl ve ne kadar büyüyeceği sorunu değildir. Yapı stokumuzun ve kentsel mekanların daha sağlıklı ve daha güvenli hale getirilmesi konusudur. Mevcut yapılı çevrenin sağlıklaştırılması, güvenli bir hale getirilmesi, teknik ve sosyal donatı eksikliklerinin tamamlanarak kentte yaşayan insanları mutlu kılacak yaşam çevrelerinin oluşturulması son derece önemli bir konudur.
Açıkça ifade etmem gerekir ki, özel olarak deprem zararlarını azaltmak, genel olarak da diğer doğa olaylarının ortaya çıkaracağı zararlardan çok fazla etkilenmemek için, bilinen mühendislik yöntemlerini kullanmak son derece önemlidir, fakat yeterli değildir. Doğal olayların afete dönüşmemesi için konunun teknik ve mühendislik boyutuyla birlikte sosyal, toplumsal, çevresel ve ekonomik vb. gibi başka boyutlarının da dikkate alınması gerekmektedir. Kentlerimizi depreme hazırlamak bütünlüklü bir planlamayı gerekli kılmaktadır. Yapı güvenliğinin sağlanmasından sağlıklı bir çevre oluşturulmasına, afet sonrasının örgütlenmesinden yeni bir deprem bilincinin oluşturulmasına kadar yapılması gereken birçok şeyin olduğu geniş bir çevre tarafından kabul görmektedir.
Yaşadığımız Coğrafya Tarihsel Süreç İçerisinde Birçok Deprem Görmüştür:
Bir doğa olayı olan depremin önüne geçebilmek elbette mümkün değildir. Asıl hedef, doğa olaylarının doğal afete dönüşmesinin önüne geçmek, yer hareketlerine ve zemine uygun yapı üretebilmek, depremi bir risk faktörü olmaktan çıkartmaktır.
İnşaat mühendisliği alanı, her zeminde, her şart altında güvenli, sağlıklı, yaşanabilir bir yapı üretiminin gerçekleşmesini sağlayan ve uygulamasını yapan bir bilimdir. Bu bilimi uygulama sorumluluğu da öncelikli olarak inşaat mühendislerine aittir.
İnsanı ve insanın yaşama hakkını çalışmalarının merkezine koyan bir meslek grubu olarak, can ve mal güvenliğini sağlamakla görevli olan bir meslek grubunun yöneticileri olarak, dört yılda bir düzenlediğimiz ve bu yıl 8. sini gerçekleştirdiğimiz “Deprem Mühendisliği Konferansı”, mühendislik bilimi ve bilgisinin gelişmesine önemli ölçüde katkı yapmaktadır.
İnşaat Mühendisleri Odası, bilimsel-mesleki bilgi ve gerekliliklere dayanarak, depremin yıkıcı etkisinin ancak bilimsel ölçekte yapılması gereken bir planlama ile olanaklı olacağını; ayrıca yapı üretiminin ve yapı denetiminin nitelikli hale getirilmesinin gerekli olduğuna sürekli olarak vurgu yapmaktadır.
Yapı Stokunun Durumu ve Deprem
Topraklarımızın ve nüfusumuzun büyük bir bölümü değişik derecelerde deprem tehlikesi altındadır. Ne yazık ki bir doğa olayı olması gereken depremi kendi ellerimizle afete dönüştürüyoruz. Bu durum sorunun asıl kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ülkemizde bulunan yapı stokunu depreme hazırlamanın ve deprem zararlarından korumanın en bilimsel ve akılcı yolu bütünlüklü bir planlama anlayışının sürdürülmesidir. Ayrıca bilimsel bilgi ve bütünlüklü bir planlama anlayışına bağlı olarak;
a. Mevcut yapı stokunun iyileştirilmesi, onarılması ve güçlendirilmesi gerekir,
b. Onarım ve güçlendirilme çalışmaları rasyonel ve ekonomik değilse yıkılıp yeniden yapılması gerekir,
c. Yeni yapılacak yapıların yeterli ölçüde mühendislik hizmeti alması ve denetlenmesi gerekir,
d. Deprem riskini gidermek için yapıların sigortalı olması gerekir.
Ne yazık ki 17 Ağustos 1999 Depreminin üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen bu dört alanda da önemli ölçüde sorun var:
• 2007 Deprem Yönetmeliğinin önemli bir bölümü yapıların güçlendirilmesine ayrılmış olmasına rağmen güçlendirme konusu tamamen devre dışı kalmıştır.
• Yeni yapılan yapıların proje ve uygulamalarında sorun var.
• Projelerin ve yapı üretim evresinin denetlenmesi yetersiz ve sorunlu.
• Yaşanacak bir depremde hasar görecek yapının riskini azaltmanın bir yolu olması gereken sigorta yaptırma konusunda da sorun var. DASK kapsamında sigortalı konut oranı yaklaşık olarak %35 seviyesinde.
• Ayrıca hastane ve okullarımız başta olmak üzere diğer kamu yapılarımızın önemli bir kısmı da bugün deprem riski altında bulunmaktadır. Eski eserlerimiz, müzelerimiz, apartmandan bozma okul, dershane, klinik, üniversite binaları, yurtlar da önemli ölçüde deprem riski altında bulunmaktadır. İnsanlarımızın toplu olarak çalıştıkları endüstri tesisleri, küçük ve büyük iş yerleri, apartman altı küçük boy işletmeler de deprem riski altında bulunmaktadır. Açıkçası yapı stokumuzun durumu hiç de iç açıcı değildir.
İstanbul ve Deprem
İstanbul tarihi öz geçmişi ve doğal güzellikleri bakımından dünyanın en eski ve en güzel kentlerinden biridir. Tarihsel süreç içerisinde önemli depremler yaşamış, can ve mal kayıplarıyla birlikte bugüne kadar varlığını sürdürmüştür. Gölcük merkezli depremden 110 km uzak olmasına karşın İstanbul’un yapı stoku bu depremden önemli ölçüde etkilenmiştir. 3000 den fazla yapı ağır hasar gördüğü gibi 50’ye yakın yapı yerle bir olmuş, toplam olarak da 30.000 mertebesinde İstanbul yapısı küçük, orta ve büyük ölçekte hasar almıştır. Beklediğimiz İstanbul depreminde 2 milyon kişi evsiz kalacak, binlerce can kaybı ve yaralı insan ortaya çıkacaktır.
İstanbul, yedi ve üzeri büyüklükte bir depremi mutlaka yaşayacaktır. Ülkemizin ekonomisine sağlamış olduğu katma değerler, eğitim, sağlık, kültür ve sanat alanında yaratmış olduğu değerler, tarihi ve doğal güzellikleri ve benzeri nedenler bakımından korunması ve gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde devredilmesi gereken bir kenttir.
Bugün ulaşımdan depreme, doğal dokunun korunmasından tarihi yapıların güçlendirilerek geleceğe devredilmesine, İstanbul siluetinin bozulmamasına kadar önemsenmesi gereken alanlar, birer sorun alanı olarak karşımızda duruyor. Boş alan yaratılmasının gerekliliğinin her fırsatta altını çizdik.
Ayrıca İstanbul’un bu kadar büyümesi, üçüncü köprü, üçüncü havaalanı, iki yakaya iki kent gibi projeler İstanbul’u yeni sorun alanlarıyla yüz yüze bırakacaktır. İstanbul 25 milyon nüfusu kaldıramaz. İstanbul nüfusu aritmetik olarak artarken, ulaşımdan diğer alt yapı sorunlarına kadar yeni sorun alanları oluşuyor ve bunlar da geometrik olarak artıyor. Doğalgaz, su, yağmur suyu ve atık su kanalları artık yetersiz kaldı. Bu nedenledir ki her yağmur sonrası İstanbul göle dönüşüyor. Başka ülkelerde belediye başkanları park ve spor alanları yaparak kent insanına hizmet ederken bizim belediye başkanlarımız AVM ve gökdelenlerin önüne geçip fotoğraf çektiriyorlar.
Barajlar ve göletler İstanbul’un su ihtiyacını karşılayamaz hale geldi. Orman ve su havzalarının yapılaşmaya açılmış olması İstanbul’u yeni afetlerle yüz yüze getirmiştir. İstanbul’u yönetenler bir taraftan İstanbul’un depreme hazırlandığını söylüyorlar, diğer yandan İstanbul’un yeni beş afetle yüz yüze kaldığını da görmezlikten geliyorlar. Ayrıca İstanbul’da belli bir kesime aktarılan arazi rantlarının ortaya çıkardığı 150-200 milyar liralık alt yapı sorunlarının bedelini de İstanbul halkına yüklüyorlar.
Kentsel Dönüşüm ve Deprem
Bugün kentlerimizin var olan dinamikleri kentlerimizin yenilenmesini zorunlu kılmaktadır. Kentsel dönüşüm konusu Sosyal, ekonomik, psikolojik ve fiziksel çevrenin bir bütünlüğü kapsamında ele alınmalıdır. Kentsel dönüşüm fiziksel mekanın dönüşümünün yanında, sosyal adalet ve sosyal gelişim, sosyal bütünleşme, tarihi ve kültürel mirasın korunmasıyla birlikte zarar azaltma ve risk yönetimi çerçevesinde kapsamlı ve bütünleşik bir yaklaşımla kentsel dönüşüm ele alınması gerekir.
Dünyada çok geniş ve kapsamlı bir konu olarak ele alınan kentsel yenileme ve dönüşüm konusu, geleceği bugünden kuracak yeni yaklaşımlarla yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Bu konunun bizdeki karşılığı ise; sağlıklı bir çevre ve yaşanabilir bir kent yaratmaktan daha çok, yeni bir rant düzeninin oluşturulması şeklinde ortaya çıkıyor. Kentsel yenileme ve kentsel dönüşüm, kent planlarının ve kentsel planlamanın bir sonucu olarak değil, planlamanın kendisi olarak ortaya çıkmaktadır. Merkezi hükümet, yerel yönetimler, kent bürokrasisi, TOKİ, Özelleştirme İdaresi ve kent arazileri üzerinden haksız kazanç sağlayan dar bir çevre tarafından ‘sıkça’ gündeme getirilmektedir. Özellikle 2000 yılı sonrası dönemde başta İstanbul olmak üzere boş alanların ve kamuya ait arsa ve arazilerin yapılaşmaya açılması, buraların AVM, GÖKDELEN ve LÜKS konutlara dönüştürülmüş olması nedeniyle yeni arsalara ihtiyaç duyuldu. Bu kapsamda 6306 Sayılı Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi yasası çıkarıldı. Bu yasa; ortak akıldan ve estetikten, yaşanabilirlikten ve sürdürülebilir bir yaşamı hedeflemekten oldukça uzaktır. Kişi ve grup çıkarını dikkate alan rant eksenli bir düzen, kentsel dönüşüm kavramı ile eşdeğer bir hale gelmiştir.
Mevcut iktidar, ekonomik büyüme ve gelişmeyi sağlamanın yanın da yeni zenginler yaratmanın önemli bir yolu olarak inşaat sektörünü görmüştür. Kentlerimiz, başta İstanbul olmak üzere inşaat projelerinin birer “arazisi" haline dönüştürülmüştür. İnsan, tarih, doğal çevre, orman, dere, su ve geçmişe tanıklık edecek ne varsa yok edilmiştir. Yeni bir İstanbul yaratmak adına ormanlarımız ve su havzalarımız da birer “arazi” olarak görülmüştür.
İstanbul’u depreme hazırlamak adına, deprem de kullanılarak, yeni bir rant düzeni oluşturulmuştur. Bu nedenle kentsel dönüşüme daha büyük bir anlam yüklemek için, 6306 Sayılı Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi Yasasına, kısaca Kentsel Dönüşüm Yasasına “Deprem Odaklı Kentsel Dönüşüm” denmiştir.
Sonuç olarak,
• Rant uğruna İstanbul başta olmak üzere kentlerimiz yaşanmaz bir hale gelecek.
• Ulaşım bugünden daha büyük bir sorun yaşayacak. Sürekli olarak yeni kavşaklar ve yollar yapılacak.
• Karakol, hastane çeşitli kamu yapıları, köprü, havaalanı, iki yakaya iki kent, kanal projesi gibi projeler bir ihtiyaçtan daha çok 500 milyar dolarlık bir rant aktarma projesinin altlıkları olarak ortaya çıkacak.
• Bu yapılanlar da sorun çözen işler yerine yeni sorun alanlarının kaynağı olarak ortaya çıkacak.
• İstanbul depreme hazırlanırken, deprem konusu başta olmak üzere yeni beş afetle karşı karşıya kalacak.
Açıkçası bugün İstanbul, 1999 yılından daha iyi ve daha iç açıcı bir durumda değildir.
Cemal GÖKÇE
TMMOB
İnşaat Mühendisleri Odası
İstanbul Şube Başkanı