“İstanbul Yağ Lekesi Büyüyor”



1987’den itibaren Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nda üyelik ve başkanlık yapan, ama bu yaz 2 Numaralı Kurul’daki başkanlık görevinden istifa eden Prof. Mete Tapan, T24'ten Hazal Özvarış'ın sorularını yanıtladı. Emek Sineması'ndan İnci Pastanesi'ne, Haliç metro geçiş köprüsü projesinden siluet tartışmalarına kadar gündemdeki önemli başlıklara dair açıklamalarda bulunan Tapan, İstanbul'u bir yağ lekesine benzetiyor. Sorulması gereken esas sorunun “İstanbul’un nüfusunu nasıl azaltabilirim” olduğunu söyleyen Tapan, çözümün önce Türkiye’yi, sonra İstanbul planlanmaktan geçtiğini vurguluyor. Ancak 5-6 devlet biriminin plan yapma yetkisi olduğunu söyleyen Tapan, “Plana karşı saygısızlık olduğu ve devlet de buna aracı olduğu müddetçe İstanbul'u doğru planlamamız, benim de bunlara iyidir deme şansım yoktur” diyor. Tapan, İnci Pastanesi için “kent belleği” hatırlatması yapıyor ve kültürel varlıklar soyut olarak tescil edilmezse “Ne Vefa Bozacısı, ne Muhiddin Hacı Bekir, ne de Beyoğlu kalır” uyarısında bulunuyor.

Tapan'ın Özvarış'ın bazı sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

İlber Ortaylı, “1500 sene korunan İstanbul’un çok partili rejime geçince bozulduğunu” söyleyerek İstanbul’un kırılma noktasını 1950’lere koydu. Ortaylı’ya katılıyor musunuz?

1950'lerde göç başladı; göç de sanayileşme ile başladı. Bakın, kentleşme eşittir sanayileşmedir. Biz eğer planlı bir ekonomiye geçmiş olsaydık ve yapılan planlara, onları delmeden saygı gösterseydik doğru biçimde kentleşirdik. Ama planlamaya saygımız hiçbir zaman olmadı…

SHP’den REFAHYOL’a pek çok partinin belediye başkanlarına ve çalışmalarına tanıklık ettiniz. İktidarların İstanbul’a bakışları nasıl değişti, siz süreçte neler yaşadınız?

Çok şey yaşadım. Bakın, İstanbul, bir metropol. Metropol ne demektir? Yalnızca kendi il sınırları içinde hizmet yapan değil, aynı zamanda çevresindeki kentleri de hizmet açısından besleyen kent demektir. İstanbul, Türkiye’nin en fazla göç alan kenti, nüfus açısından korkunç bir kent. 1990’larda İstanbul’un nüfusu yaklaşık 400 bin artıyordu. Bu nüfusun büyük bir bölümü göçle, geri kalanı da doğumla oluşuyordu. Buna bir konferansta değinirken ”Peki nasıl planlıyorsunuz” diye sormuşlardı. O zamanlar nazım plan yapma hakkı büyük şehirlere verilmişti ve nazım plan bürosu da kapatılmıştı. Bedrettin Dalan, planlamayla ilgili ona sorulunca, “Plan benim kafamda” demişti. Sözen zamanında “Nazım plansız bu iş olmaz” denilerek büro kuruldu ve birçok bilim adamının da dâhil olduğu bir planlama çalışmasının içine girildi. Ve sahiden 1/50.000 ölçekli planları Meclis’ten geçirdik, fakat ondan sonrasına ömrümüz vefa etmedi, yeni yönetim geldi. Onlar da bunu biraz durdurdular, ufak bir değişiklikle bir sene sonra nazım imar planını Meclis’ten geçirdiler, ama 1/50.000 plan hemen devreye giremedi çünkü odalar itiraz ettiler.

Odalar neden itiraz etti?

Çünkü bazı hatalar ve itirazlar oldu planda. 1/50.000’lik planı bakanlık mı yapar, yoksa belediye mi yapar gibi belirsizlikler vardı. Birtakım hukuksal süreçler devam ederken, yönetim 1/100.000’lik bir plan çalışmasına başladı, “İstanbul Metropol Planlama” diye bir büro kuruldu ve sahiden çok güzel bir çalışma yapıldı. Ona da mahkeme itiraz etti, ama 2 sene sonra plan kabul edildi. Yani şu anda İstanbul’un 1/100.000 çevre düzeni planı var. Ve ona bağlı olarak da ufak ölçekte planlar yapıldı; 1/5.000, 1/1000’ler revize edildi, eksik olanları da yapıldı…

İstanbul için yapılan planlama, akademisyen olarak içinize sindi mi?

İstanbul kendi başına bir vaka ve bir kentin planlanması çok kompleks bir olay. Onun başında profesör bir şehirci veyahut bir bilim adamı olabilir, ama bu kişi tek başına plan kararları için yeterli olmaz. Yanında kent ekonomisti, sosyologları ve kültür adamları olmak zorundadır. İçime sinip sinmemesinin ötesinde bugün planlamada en önemli sakınca nedir biliyor musunuz? 5-6 devlet birimine plan yapma yetkisi verilmesidir; toplu konut idaresi, özelleştirme idaresi, büyükşehir belediyesi... Bunlar istedikleri mevzi imar planını yapabiliyorlar, var olan planları değiştirebiliyorlar. Bizde plana karşı saygısızlık olduğu ve devletin de buna aracı olduğu müddetçe İstanbul'u doğru planlamamız, benim de bu planlara "iyidir" deme şansım yok. Başbakan “kanal” dedi ve insanlar “Ya böyle şey olur mu?” diyerek eleştirdi. Hâlbuki bu çözüm yönünde bir çabaydı. Çözüm üstüne düşünmeye başlamazsak bu nüfus artışı ve yapılaşma hızıyla bir müddet sonra, çok değerli hocamız Doğan Kuban’ın “collapse” kuramından yola çıkarak diyebiliriz ki, İstanbul çöker.Milliyet’ten Zeynep Miraç’a verdiğiniz söyleşide “BJK Plaza ‘Elim kırılsaydı’ dediğim bir karardır” demiştiniz. Engellemek istediğiniz başka süreçler de oldu mu?

O konuşma, Koruma Kurulu’na dayanılarak yapılmış olarak algılandı, ama o proje belediyedeyken bize gelmişti. Yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu, çünkü plan vardı, imar hakları vardı. Benden evvel imar haklarına göre projeyi geliştirmişlerdi.

Ve imzaladınız.

İmzaladım, evet. Ama projeyi tüm yetkililer imzaladı. O bir formalitedir, ama doğru değildi. Düşünün, Akaretler’in ortasındaki boşluk yeşil alan plana işlenerek oraya inşaat izni verilmiş. Sonra “Ben bunu artık kabul etmiyorum” diyemezdim. Ama o uzun bir tek bloktu, iki bloka indirttik ve yapıların yüksekliği yarı yarıya indi.

‘Verdiğim kararların çoğunun doğru olduğunu zannetmiyorum’

Bugünden geriye baktığınızda aklınıza takılan başka kararlarınız da oluyor mu?

1987’den itibaren yalnız İstanbul’da değil, Bursa’da, Ankara’da da koruma kurullarında üyelik, başkanlık yaptım. Size günde en az 20-25 dosya gelir. İnsanlar tabii ki hatalar yapar. Sonrasında “keşke” dediklerim de olmuştur, ama memnuniyetle ifade edebilirim, aklımda kalan bir tek BJK Plaza. Binlerce imza attım, bazılarını atlamış da olabilirim, ama bu imzaları tek başıma atmadım. Arkadaşım Gündüz Vassaf’la bir gün vapurda konuşurken “Belediyede çalışmaktan çok şey öğrendim, ama verdiğim kararların çoğunlukla doğru olduğunu zannetmiyorum” dedim. “Niye aldın o zaman kararları” dedi. “Çünkü benim önüme gelen şeyler zaten başlamış, hepsi de yanlış başlamış. Ben en az yanlışı yapmak için uğraştım” diye cevap verdiğimi anımsıyorum.

‘Bir caddeye iki kurulun bakması saçma sapan bir sistem’

Bir örnekle girelim; İnci pastanesinin de olduğu Serkil Doryan (Cercle d'Orient) binasındaki Emek Sineması önce Koruma, ardından Yenileme Kurulu’na geçti. Sizin de rahatsız olduğunuzu daha önce dile getirdiğiniz yasalardan bir tanesi Koruma Kurulu ve Yenileme Kurulu’nun kesişim noktaları. Açıklayabilir misiniz, hangi bölgenin Yenileme, hangisinin Koruma Kurulu denetiminde olduğunu belirleyen kriterler ne?

Hiçbir kriteri yok. Bana sorarsanız, aynı caddenin a köşesine Yenileme Kurulu’nun, b binasına Koruma Kurulu’nun bakması saçma sapan bir sistem. Belediye, “Buraları yenileme alanları” diyerek sınırlarını tespit ediyor, imar adalarını birleştiriyor ve “Burada bir proje yapacağım” diyor.

Örneğin, Koruma Kurulu’nda olan Ağa Camii de Yenileme Kurulu’na bırakılabilir miydi?

Bırakılabilirdi ama bırakılmamış.

Serkil Doryan hakkında iki farklı tez var; 1- Yıkılıp yeniden yapılacak, 2- Restore edilecek. Hangisinin işleme konulacağını biliyor musunuz?

2863 sayılı kanunda mealen diyor ki, "Bu tür binalar restore edilebilir, ilaveler yapılabilir ama olduğu yerde kalması lazım."

‘Kent belleği için kültürel varlıklar soyut olarak da tescillenmeli’

Emek Sineması’nın yukarıya taşınması yasal olarak mümkün değil mi?

Bu literatürde yok. Ama bir binanın altına girilebilir veya üstüne kat ilavesi yapılabilir. Emek sineması toplumun yapının zemin katında buluştuğu bir yer. Ben bu açıdan eleştiriyorum. Ayrıca, bu bina varsa, yıkıp aynısını yapmak yerine sağlamlaştırılabilir. Sinemanın tavanındaki tual üzerinde resimler sökülüp yukarı taşınmasından bahsediliyor. Onlar tahrip olur mu, olmaz mı düşünülmesi gereken diğer sorunlar bunlar. Bu konuda yasada atlanılan bir nokta var. İnci Pastanesi, benim bütün çocukluğumda önünden geçtiğim bir yer. Oradan geçerken anneme “Hadi şuradan profiterol alalım” dediğim bir yer. Ve şimdiye kadar ne zaman önünden geçsem uğramışımdır. Bu kent belleğinin bir yansımasıdır. Bu kent belleğinin canlı tutulması için restorasyon sonrasında İnci Pastanesi’nin yeniden orada açılması gerekiyor. Peki restorasyon sonrasında İnci’nin sahibi Musa Ateş binanın sahibinin talep edeceği parayı nasıl ödeyecek? "Ben o kadar kira ödeyemem" derse ne yapacaksınız?

Kamulaştırma yoluna mı işaret ediyorsunuz?

Aynen. Devlet, o binayı somut değil de, soyut kültür varlığı olarak değerlendirir ve tescil ederse, kira örneğin, 10 bin liraysa Musa Ateş de 3 bin verebiliyorsa, devlet "7 binini ben veriyorum” demeli. Bunun için bir yasa çıkması gerekiyor. Çözüm orayı soyut olarak da tescil ettirebilmemizden geçiyor. İnci Pastanesi'ni yaşatmak istiyorsam, hem binayı, hem de Musa Ateş'i yaşatacağım. Bina sahibiyle anlaşabilmeleri için de devlet araya girecek. Aksi takdirde daha önce de yazdığım gibi, “böyle giderse ne Vefa Bozacısı, ne Muhiddin Hacı Bekir, ne de Beyoğlu kalır.”‘İstanbul’da yok olmasını istediğim çok bina var’

İstanbul’da gözünüzü açıp kapadığınızda yok olmasını istediğiniz yapılar var mı?

Çok var.

İlk ona hangilerini koyarsınız?

Mecidiyeköy’deki binalar... Şimdi oraya beş tane gökdelen yapılıyor. Veyahut şu karşımdaki binalar. (Mete Bey, ofis odasının arkasındaki gökdelenleri gösteriyor.) Ama isimlerle söylemek istemem.

Neden?

Çünkü bir mimarın diğer bir mimara karşı saygısı olması lazım.

Peki, sadece gökdelenlerden mi rahatsızsınız?

Hayır, herkes öyle zannediyor. Ben de gökdelen projesi yapmışımdır, gökdelenlerle ilgili doktora çalışması da yürüttüm. Gökdelene karşı olmak yanlış, ama nerede yapılacağı çok önemli. Gökdeleni kalkıp şehrin ortasında yapmamalısınız. Ama bizde plansızlık o kadar ileriye gelmiş ki. Kentimiz yağ lekesi gibi büyüyor. Kentin var olan dokusunu pervasızca bozuyoruz.

İstanbul’daki en tartışmalı gökdelen Gökkafes adıyla bilenen Süzer Plaza oldu. Bazı belediye başkanları da dâhil olmak üzere itiraz edilen bu gökdelenin inşası neden durdurulamadı?   

Dalan’la Gökkafes’in temelleri atılmıştı ama sonra Nurettin Sözen iktidara geldi, ben de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde genel sekreter yardımcısıydım; Gökkafes’i 24, 50’ye indirdik. Bizim dönemimizde yapılmadan kaldı. 1994’ten itibaren birtakım şeyler değişti. Beyoğlu’na bağlıydı, oradan Şişli’ye kaydırıldı ve sanırım 1995-96 civarında yeniden başladı, 1998’de de bitti.

İnönü Stadyumu'nun yıkılıp yeniden yapılması için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı onay verdi. Kent kültürü, kültür ve tabiat varlıklarını koruma açısından düşündüğünüzde "Başlangıçta stadın saray bahçesine inşa edilmesi yanlış" diyor musunuz?

Stadın yerini doğru bulmuyorum. Zaten trafiğin bu kadar yoğun olduğu yerlere stat yapmamak lazım; ama yarışma sonucu yapılmıştır. Şimdi muhafaza edilip, değerlendirilebilir.

İnşa edilen yapıdan geri dönüş yok, gözüyle mi bakıyorsunuz?

Swiss Otel de Dolmabahçe'nin bir parçası. Bu otelin yapılmasını da maalesef engelleyemedik, ama yapıldı. Şimdi “Bunu yıkalım, yerine ne yapalım” diye sormuyoruz. Dolayısıyla, şimdi de İnönü’yü yıkalım demiyorum, orası spor gösterileri, müzik festivalleri gibi başka amaçlar için kullanılabilir.

Bunca senelik deneyiminizden yola çıkarak soralım; sizce, AKP, kent belleğine sahip çıkan bir politika izledi mi?

Raimondo d'Aronco'nun mimarlığını yaptığı Karaköy Camii'ni tekrar orada ihya etmek istiyorlar. Bize de "Böyle bir bina olduğunu planlara işleyin" diye müracaat etmişlerdi. Biz de kabul ettik. Topçu Kışlası'nı da biz yaptık. Ama şu yanlış anlaşıldı, plana işlemek "Bu illa ki yapılacaktır" demek değildir. Orada olduğunu bilim adamı olarak reddedemezsiniz.

Sübyan okulları da, tekkeleri de planlara işlememizi istediler. Böyle 15-20 yapıyı plana belediyenin önerisi üzerine işledik. Bunların yeniden canlanması için 2863 sayılı koruma yasamız vardır. Tescilli veya tescilsiz yapıların rekonstrüksiyonlar yapılabilir, ama bunun nasıl yapılacağı 660 sayılı ilke kararında belirlenmiştir; 1- Bunların yapılması açısından mimarlık tarih, kültürel tarihimiz açısından önemli bir yeri olmalı, 2- Yeterince doküman olması lazım, çünkü aynı malzeme kullanımıyla yoktan var ediyoruz. Burada örneğin, herhalde yeniden Topçu Kışlası fonksiyonu olmayacak. Biz onun rekonstrüksiyonunu yapacağız, sonra "Kışla mümkün değil" diyecekler çünkü oranın kışla olarak kullanılacak hali yok. Nasıl taş kışlayı üniversite yaptıysak, buranın da bir kısmı AVM olacak, bir kısmı ofise ayrılacak vs. Ayrıca Topçu Kışlası’nın yerindeki Gezi Parkı için 3194 sayılı imar yasası çok açık, "Yeşil alanın başka bir amaçla kullanılması halinde aynı büyüklükte bir yeşil alan yapacaksın" diyor. Orada aynı büyüklükte böyle bir yeşil alan var mı? Yok. Bunu planda işleyip sağlarsan, olur. Topçu Kışlası’nın yeniden inşası için yeterince doküman var mı?

Arkadaşlar söyledi, şimdi kurula gelmiş, değerlendiriliyor.

Adnan Menderes döneminde yıkılan Karaköy Camii’nin yeniden yapımı mümkün mü?

D’Aronco'nun o binası, 20. yüzyıl başlarındaki art nuvo dediğimiz bir stilin İstanbul'daki örneğidir. Bu Karaköy Meydanı düzenlenirken oradan parçalar halinde kaldırılmış ve Kınalıada’ya götürülmüştür. Bir kısmı da sanıyorum başka bir camide kullanıldı. Mimari planları mevcuttur. Yeri de Ziraat Bankası'nın hemen arkasındaki bir yerdedir; orada yayaların kullandığı boş bir arazi var. Fonksiyon açısından bu incelenecek, yapılacaksa yapılacak, olmuyorsa olmayacak. Meseleye “Neden cami yapılıyor” şeklinde bakmamak lazım. Bu bina sahiden ilginç bir binadır. Bugünkü hükümetin eskinin önemli binalarını yeniden yaşatmak gibi bir çabası var. Buna karşılık yeni yapmak istedikleri de var. Mesele Çamlıca Tepesi'nde böyle bir şey yapmak doğru mudur, yanlış mıdır sorusuna odaklanıyor.

Çamlıca’ya yapılacak cami için bazı İslamcı aydınlar da dâhil olmak üzere pek çok isimden farklı sebeplerle itiraz geldi. Bu çıkışlara rağmen Başbakan Erdoğan, proje için "Benim içime sindi. Bittiği zaman güzel olacak, emin olun" diyerek caminin yapımı konusundaki soru işaretlerini ortadan kaldırdı. Sizce bu tavır diyalog açısından ne kadar yapıcı?

Başbakan, bunu söylediyse sinirle söylemiştir. Bu doğru bir yaklaşım değil. Kişisel kanaatime göre, Başbakan'ın yanında birçok danışmanı var. Bu danışmanları bir noktaya kadar "Her şey yolunda gidiyor" diyor, o da söylenenlere inanıyor, inanınca kendisi de bunu seslendiriyor, seslendirdikten sonra da geri dönmüyor. Bu çok insani bir olay. Sayın Başbakan konuşulmaz biri değil. Gelinen noktadan dönüş, kavgayla değil, ikna ile olur, diyalogla her şey çözülebilir.

Çamlıca’daki cami için düzenlenen yarışmanın koşulları sizce sağlıklı mıydı?

40 gün verildi. Böyle önemli bir proje bu kadar kısa zamanda hallolmaz. Uluslararası olmalıydı, diyenler oldu, ama ben ulusal bir yarışmayı savunuyorum. Cumhuriyet döneminde, 1923'lerde diplomalı 15-20 mühendis, mimar vardı. Bugün Türkiye'nin mimar ve mühendisleri dünya çapında mimar ve mühendislerdir.

‘Haliç Köprüsü yarışmaya açılsaydı mutlu edecek bir proje üretilebilirdi’

Peki, Türk mimarların dünya çapındaki kabiliyetleriyle Türkiye'de mimarinin gelişimi neden örtüşmüyor? Örneğin, UNESCO, Haliç köprüsü için “silüet bozulacak” uyarısında bulunduğunda doğan "UNESCO, İstanbul'u Türklerden koruyor" algısı için ne dersiniz?

Bu yanlış bir algı. Türkiye'de her mimarın yaptığı şeyin doğru olduğunu iddia etmiyorum, ama Türkiye'de dünyanın birçok yerde iş yapan mimarlarımız var. Benim için Haliç'te yapılan olay bir istisna. Keşke o boynuzlar olmasaydı. Daha basit, yarımadanın silüetini etkilemeyen bir yapı tasarlanabilirdi. Yarışmaya açılmış olsaydı, birçok fikir ortaya çıkar ve daha mutlu olabileceğimiz bir proje üretilebilirdi. Ama Türk mimarları çağın gerisinde kalmıştır gibi bir şey söylemek istemiyorum. Herhangi bir ulusal bir yaklaşımdan bağımsız, samimi olarak söylüyorum bunları. Mimarlığın tarifi bir ülkenin ekonomisinin, sosyolojisinin yansımasıdır. Ama “En büyük aksaklığımız ne” derseniz, şunu söyleyebilirim; teknolojide inşaat açısından dünyadaki her şeyi yapıyoruz ama geliştirmiyoruz. Teknolojiyi tüketiyoruz ama üretmiyoruz. Bu konuda ağırlıklı olarak çalışmamız lazım. Yoksa yaratıcılık konusunda geri olduğumuz düşüncesine katılmam mümkün değil.‘Taksim’deki cami Maksem’in yüksekliğini geçmemeli’  

Yıllardır süren “Taksim’e cami” tartışması için Erdoğan, Maksem'in arkasını işaret etti. Sizce burası uygun bir alan mı?

Uygun; zaten ben de imza attım, 1 /1000'likte imzam var. Ama benim bir şartım var, yapılacak cami Maksem'in yüksekliğini geçmeyecek.

Maksem, bir caminin yüksekliğini kaldırabilecek boyda mı?

Demek ki ufak bir şey olacak.

"Ağa Cami cemaate yetmiyor" gerekçesini ortadan kaldırmayacak bir camiden mi bahsediyorsunuz?

Mesele “Ağa Cami yetmiyor” meselesi değil. Ben kısa pantolonlu olduğumdan beri burada bir cami meselesi vardır. Bu zaman zaman politik amaçla kullanılan bir olaya dönüştü. Yorumlamaların bir kısmı "Taksim'de cami yapmak Cumhuriyet meydanına ve anıtına saygısızlıktır" şeklinde mütalaa edilmiştir. Eğer demokrasinin araçlarından biri referandumsa, Beyoğlu'nda bir referandum yapılabilir ve sonuca göre burada bir cami yapılabilir. Ama her şeyi referanduma götürmenin de manası yoktur. Şu veya bu kişilerin istedikleri var, bugünkü yönetim de bunu isteyebilir. Ama bunu yaparken, "Taksim'e cami olursa laiklik elden gider" diyen kesimle de konsensusun sağlanması lazım. Bu tarafın da eğer karşı çıkıyorsa bir öneriyle gelmesi lazım. Şu an Taksim’de bir cami müsveddesi var, tenekeden minaresiyle Taksim meydanına ayıp olmuyor mu?  

‘Taksim bir otobüs durağı; böyle meydan olur mu?’

"Taksim meydanı, meydan değil; kentsel boşluk" da diyorsunuz. Bu alanı sizin için “meydan” kılacak özellikler neler?

Meydan nedir? Bir boşluktur, ama o boşlukta insan kendisini sınırlı hisseder. Ancak siz Taksim Meydanı'nda trafik içine girmiş hissediyorsunuz, sizi sınırlayan bir şey yok. Fransız mimar-şehir plancısı Henri Prost, İstanbul'a bir meydan kazandırmak istiyor. Cumhuriyet anıtı yapılmış, “Önündeki ahırlar burada olur mu” deyip onları yıkıyor. Bir de bugünkü AKM'nin olduğu yerde eski bir bina vardı. Şimdi bir de The Marmara var. Karşısı boşluk ve ta ötedeki eski Sheraton, yeni InterContinental Ceylan'ı görüyorsunuz.

Sınırlardan kastınız yeni binalar mı, yoksa ağaçlar ve heykellerle düzenleme mi?

Herhangi bir sınır olması lazım. Bugün İtalya'ya veya Fransa'ya gittiğinizde nereye baksanız meydan görürsünüz. Bizde buna benzer bir meydan, belki Sultan Ahmet Meydanı’dır. Bizde meydan kavramı mimarlığımızda, şehirciliğimizde yoktur. İnsanlar hep camilerin avlularında, çarşılarda buluşmuşlardır. Burası artık adam olmalı. Bedrettin Dalan zamanında yarışma açıldı, Vedat Dalokay kazandı. Trafiği yer altına almayı öneriyordu. Daha sonra Nurettin Sözen döneminde “Trafiği yer altına alalım” dedik. Eskiden bütün yollar Roma'dan geçermiş gibi, Taksim'den geçerdi. Ama artık öyle değil, metro var. Bugün Taksim bir otobüs durağı ve yayaların trafikte boğuştuğu bir alan. Böyle bir meydan olabilir mi?