İstanbul Neyin Kurbanı Oldu?



İstanbul dünyanın en güzel kentlerinin başında geliyor. Ama aynı zamanda en talihsiz kentlerinden biri... Özellikle 1950'den itibaren Demokrat Parti iktidarıyla hızlı bir iç göçe maruz bırakılan İstanbul, Anadolu tarafından adeta kuşatıldı. Kimse de sesini çıkartmadı, aksine göç teşvik edildi, kaçak yapıya göz yumuldu. Nedeni de İstanbul'un sanayi merkezi seçilmesiydi.

O günlere ilişkin ilginç bir anekdot hatırlıyorum. Bugün İstanbul'un geldiği noktayı da anlatan bu anekdotun, dönemin Başbakanı rahmetli Adnan Menderes'le sanayiyi planlamak için Türkiye'ye çağrılan bir Alman mühendis arasında geçtiği söyleniyor.

Başbakan Menderes, Haliç ve Marmara Denizi kıyılarına sanayi kuruluşlarının kurulmasını heyecanla anlatırken, Alman Mühendis itiraz ediyor; "Sayın Başbakan, sanayi kuruluşlarını deniz kıyısına kurarsanız 50 yıla kalmaz Marmara Denizi'ni öldürürsünüz."

Başbakan Menderes'in cevabı kısa ve ibret verici: "Bizim denize değil, sanayiye ihtiyacımız var."

İstanbul'un bugün neden bu noktaya geldiğinin temelinde bu anlayış yatıyor. Türkiye'de garip bir durum var... Bu ülkenin geçmişine, tarihine siyasal olarak sahip çıkan muhafazakarlar ne yazık ki, iş kentlerin tarihi kimliğini korumaya gelince "kalkındırıyoruz" gerekçesiyle o tarihi hep görmezden geldiler. Gerçekten de o tarihten sonra Marmara kıyıları ve Haliç, sanayi kuruluşlarının yoğunlaştığı merkezler oldu. Ve Türkiye sanayisi buradaki yatırımlarla bir biçimde gelişti.

Gelişti ama bedeli ağır oldu. Önce Altın Boynuz denilen Haliç öldü. Sonra İstanbul'a hayat veren Marmara Denizi oksijensiz kaldı. Eskiden 155 çeşit balık yaşayan Marmara Denizi'nde bugün yaşayan balık çeşidi 5-6'yı geçmiyor. Bu kirlenme süreci Türkiye'nin denizle buluşan gölü, Küçükçekmece Gölü'nü bile sanayi atıklarıyla öldürdü.

Dahası üç uygarlığa başkentlik yapan bu tarihi kent gecekondularla, kaçak yapılarla kuşatıldı. Şimdi yarattığımız kente bakıp timsah gözyaşları döküyoruz. Ve hâlâ yanlışlar yapmaya devam ediyoruz.

Örneğin hâlâ 100 binlik çevre planına rağmen İstanbul'un çevresine 20, 30 hatta 50 bin konutluk yeni yerleşim birimleri kuruluyor. Bir yandan da şehrin ana akslarında yeni gökdelenler yükseliyor. Kimi 5, kimi 7 emsal. Hem trafikten, göçten şikayet ediyoruz, hem de onları teşvik edecek işlere imza atıyoruz. Olacak şey değil...

Oysa İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Meclisi'nde 30'u aşkın komisyon var. O komisyonların bir yıllık çalışmasına bakın. Hiçbirinde dikkate değer bir çalışma yok. Sadece İmar Komisyonu habire ruhsat veriyor.

Sonra da bir "İstanbul sevdalısı" olan Başbakan Erdoğan şöyle diyebiliyor: "İstanbul'da nüfus artışı böyle devam ederse işimiz zor. İstanbul sürekli göç alıyor. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bu tür metropoller oraya gelecek olanlara belli bedel ödettirilen kentlerdir. İstanbul'da böyle bir bedel yok. İsteyen istediği yere binayı kondurabiliyor. Öbürü de hanımının bileziklerini satıp daire alıyor. Devlet de elektriğini, suyunu götürüyor. Bu adaletsizliği ortadan kaldırmak lazım."

Evet, bu adaletsizliği ortadan kaldırmak gerektiği çok doğru. Peki, kim kaldıracak? Bugün merkezi hükümet de, İstanbul Büyükşehir yönetimi de ilçe ve belde yerel yönetimlerinin büyük çoğunluğu da AK Partili. Binaları konduran da, ruhsat ve hizmet veren de AK Partili... AK Parti, bu gidişe bugün 'Dur' diyemiyorsa ne zaman diyecek?

İstanbul gibi sorunlu bir şehirde böyle kolay yapı ruhsatı verilmesi doğru mu? Bu bir yana İstanbul'daki çarpıklığın suçunu sadece göç eden vatandaşta aramak adil mi? Yukarıdaki Menderes anekdotundan yola çıkarak soruyorum; 50 yıl sonra siz nasıl anılmak istiyorsunuz?