Duvarın yıkılmasından bu yana Berlin, dünyanın birçok yerinden özellikle genç
sanatçıların yaşamak ve çalışmak için aktıkları bir çekim merkezi haline geldi.
Avrupa’nın kültürel turizminde hızla yıldızı parlayan şehir cazibesini yeni
sergileri, tiyatro oyunları ve müzelerine borçlu. Bu gelişme, iki Almanya’nın
birleşmesi akabinde Berlin’in Doğu’nun eklenmesiyle ikiye katlanan kültür-sanat
altyapısını nasıl sürdüreceği ve harcama talebini nasıl karşılayacağı
konusundaki çok ciddi sıkıntılara rağmen elde edilebildi. Bu başarıda 2007’de
Alman Federal Hükümeti’nin elini taşın altına sokmasının ve 400 milyon avro gibi
bir harcamayı üstlenmesinin büyük bir payı var. Belediyeyle bir finansman
anlaşması yapan Federal Hükümet, kültür alanındaki desteğinin 2017 yılına kadar
süreceğini ilan etti. Halihazırda Federal Hükümet’in kültür portföyünde
Berlin’in Müzeler Adası’ndaki kültür mirasının korunması ve yönetimi, Sanat
Akademisi, yeni açılan Yahudi Müzesi ve Uluslararası Berlin Film Festivali gibi
birçok proje var. Belediye ise bir taraftan bir vakıf çatısı altında toplanan üç
operanın giderlerini karşılamak gibi şimdiye kadar üstlendiği kültür
harcamalarını devam ettirirken (Belediyenin operaya aktardığı fon 2009’a 89,4
milyon avro civarında) ticari olmayan ve halihazırda fonlanmakta olmayan
yenilikçi sanat projelerini desteklemek üzere de yeni bir Başkent Kültür Fonu
oluşturdu. Bunun yıllık miktarı 10 milyon avro civarında.
Berlin dersleri
Berlin örneğinden merkezi ve yerel hükümet diyaloğu ve işbirliği çerçevesinde
başarıyla yürütülen bir kültürel atılım profili çıkıyor. Kuşkusuz Berlin’in
birleşen Almanya’nın başkenti olması, bu kültürel yatırım ivmesinin arkasındaki
en önemli nedenlerden birisiydi. Hem Berlin’in hem de merkezi hükümetin bu
sınavdan başarıyla çıktığını söyleyebiliriz. Zira, merkezi hükümet bu kadar
yüksek bir meblağı başkent bile olsa tek bir şehre akıtmanın politik
zorluklarının altından kalkabildi. Üstlenilen Müzeler Adası restorasyonları ve
müze yatırımları gibi çetrefil projeler, beklenilen kalitede ve zamanında
gerçekleştirildi. Bunun arkasında mutlaka özerk yapılar şeklinde çalışan bu
kurumların doğru bütçe kullanımı ve iyi hizmet sağlamak konularındaki geçmiş
deneyimleri rol oynamıştır. Kültür fonlamasının başarısı bu fonların nerelere
harcanması gerektiği konusunda önceliklendirmeyi amaçlayan bir müzakere
sürecinin işletilmesi ve fonların doğru kullanılacağı yönetim organlarının
varlığı (ya da yaratılması) ile bağlantılandırılmalıdır.
Berlin deneyimine bakarak, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti sürecine
ilişkin birtakım dersler çıkarabiliriz, çıkarmalıyız. İstanbul 2010’un açılış
seremonisindeki manzaradan ve şimdiye kadar basına yansıyanlardan yola çıkarak,
İstanbul kültür politikasının neresinde hata yapıldığının adını koymalıyız. 2010
Avrupa Kültür Başkentliği, İstanbul için önemli bir kültür gösterisi fırsatıydı.
İstanbul markası için bulunmaz bir açılımdı. Ama Avrupa medyasındaki yorumlara
bakıldığında bu fırsat kaçmış görünüyor.
2010 Ajansı özgür davranamadı, Ankara’nın kültürel diplomasi bağlamında
döndüre döndüre söylediği tek mesajını, biz “hoşgörülü milletiz” mesajını
tekrarlatmayı yeterli buldu. Oysa, açılış töreninde, 2010 sürecinde o kadar
üzerinde durulan İstanbul’un eşsiz kültürel mirasının beşiği tarihi yarımadada,
UNESCO’nun da ne zamandır talep ettiği alan yönetimi planlama sürecinin en geniş
sivil katılım ve istişare süreciyle başlatıldığı ilan edilebilirdi mesela.
Tarihi miras alanlarında mahallelilerin yaşam alanlarını sağlıklı hale
getirilmeleri için fon yaratıldığının, her çeşit bağımsız sanat inisiyatifi için
yıllık olarak yenilenecek bir Sanat Fonu’nun duyurusu yapılabilirdi. Bu bir
basın toplantısı değildi kuşkusuz, ama sahne sanatçılara bırakılmadan önce
politika yapıcı fırsat bu fırsat deyip 2010 ile ne gibi süreçleri tetiklediğini
bir kere daha anlatabilirdi. Ama projelerin arka arkaya sıralanması dışında
ajansın bir vizyonunun olmadığı görüldü.
2010 deneyiminin en önemli yönü bu olsa gerek: Süreci yönetmek ve ayrılan
fonu kullanmak üzere kurulan İstanbul 2010 Ajansı, kendisini şehrin kültür ve
sanatına ilişkin vizyon sahibi özerk bir merci olarak konumlandıramadı, önemli
bir söz sahibi olma mertebesine yükseltemedi. Verilen ayakkabının içini doldurup
kendi ayakları üzerinde yürüyemedi ve neticede bağımlılık ilişkisinin tüm
marazlarını yaşadı, yaşattı. Sonuç olarak, Ankara’dan büyük miktar fon sağlanmış
olmakla birlikte harcaması ve yönetimi istenildiği gibi yapılamadı. Bunun sebebi
nedir? Bu sorunun yanıtını aramadığımız taktirde İstanbul’u bir dünya kültür
başkenti olarak hayata geçirmemiz çok zor. Yanıt için birçok yöne bakabiliriz
ama önce yerel ve merkezi yönetimlerin İstanbul’a yaklaşımları ve
İstanbullularla ilişkilerine bakacak olursak, önemli ipuçları elde edebiliriz.
İstanbul yerel yönetiminin Sulukule, Fener-Balat, Tarlabaşı gibi tarihi miras
alanlarını müteahhitlerin kat karşılığı yenileme öneren projelerine açmak
dışında başka alternatifler geliştirememeleri, aradığımız yanıtın katmanlarından
birisidir mesela. Tarihi mirasın radikal bir şekilde dönüşümüne (ve geri
dönülmez tahribine) önayak olunuyor, yaşam alanı soylulaştırılıyor ve fakir
mahalleli kentin dışına itiliyor. Kültürel bağlamda burada mirasla ilgili,
mirası kimin kullanacağı ve nasıl kullanacağıyla ilgili önemli mesajlar
veriliyor.
Öbür yandan Ulaştırma Bakanlığı tarafından 2008’de ihale edilen İstanbul
Boğaz ı Karayolu Tüp Geçiş Projesi’nin Sirkeci-Florya sahil yolunu sekiz şeritli
bir otoban şeklinde düzenlenmeyi öngörmesi, bir başka katman teşkil edecektir.
Üçüncü köprü de bir başka örnek. Otoyollar ve köprülerle kültürel politika
alanının dışına çıkıyor gibi gözükse de kentin kimin için ve hangi standartlarla
yaşam kültürünün tasarlandığı sorusu bizi kültürel alana bağlıyor. Ayrıca, bu
örneklerde merkezi ve yerel yönetimlerin İstanbul’la ve İstanbullularla birlikte
mi yoksa ayrı koldan ve telden mi çalıştığı sorusunda ikinci temayülün ağır
basması, İstanbul’a ilişkin özerk bir kültür-sanat duruşunun neden
güçlenemediğine dair bir fikir veriyor. Bütün bu güçsüz arka planına rağmen
İstanbul’un sivil aktörleri neden bağımsız bir güç kaynağı bulamıyor? Berlin’in
hızla soylulaşan Mitte bölgesinde yer alan köhnemiş bir AVM’yi işgal edip
1989’dan bu yana bağımsız bir sanat merkezi olarak değerlendiren Tacheles
inisiyatifinin, Berlinlilerden aldığı destek bu bağımsız duruşa ve enerjiye bir
örnek. Enerjimizi gerçekten neden İstanbul’dan alamıyoruz? Daha 2010
bitmedi.