Kuraklık yavaş gelişen ama çok büyük sosyo-ekonomik zararlara sebep olabilen doğal afetlerden biri olarak kabul ediliyor, insan ve çevreye verdiği zararlara göre birinci sırada yer alıyor.
3. havalimanı, 3. köprü ve Kanalistanbul gibi büyük projeler, özellikle İstanbul’un temel su kaynakları üzerinde planlanıyor. Dolayısıyla bu projeler tamamlandığı zaman Terkos ve Küçükçekmece gölleri ile Sazlıdere barajı yok olma riski ile karşı karşıya... Bir yandan İstanbul’un temel su kaynakları barajlar feda edilirken, öte yandan İstanbul için Düzce’den, Sakarya’dan, Kırklareli’den su sağlanmaya çalışılıyor.
Yapı Dergisi, İTÜ Afet Yönetimi ve Meteoroloji Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu ile şehirleşmenin iklim ve suya etkileri, şehir planlamada meteorolojiden yararlanmanın önemi ve su yönetimi ile ilgili yerel yönetimlere tavsiyeler hakkında konuştu. Haberin ayrıntılarını Yapı Dergisi'nin eylül sayısında okuyabilirsiniz...
Yapı Dergisi: Özellikle bu yaz İstanbul’da kısa süreli yoğun yağışlar gerçekleşti, genel olarak “çok yağmur yağdı, susuzluk yaşamayız” gibi bir algı oluştu. Özellikle İstanbul’da Üsküdar, Taksim gibi aklımıza gelmeyen, daha önce deneyim yaşamadığımız bölgelerde sellere şahit olduk. Ancak İstanbul hâlâ susuzluk riski ile karşı karşıya... Yağışları barajların doluluk oranını artırmada neden kullanamıyoruz?
M. Kadıoğlu: “Çok yağdı, kuraklık bitti” algısı yanlış, aşırı su tüketimine karşı olan hassasiyeti ve uyarıların etkisini azalttığı için de zararlı. Yağışın türü, zamanı ve şiddetidir, yani yağış rejimidir esas olan. Yani susuzluk olmaması için kışın yeterli kar yağması gerekir. Yazın kısa süreli ve şiddetli yağan yağmurlar, ani şehir sellerine neden olurken barajların su düzeyine ve su tüketiminin kontrol altına alınmasına önemli bir etkisi olmaz. Yaz yağışlarından yalnızca doğrudan olarak baraj gölüne düşenler barajların su düzeyine katkıda bulunabilir. Fakat şehirde yer yer sellere neden olan mevzi yağışların hepsi sanıldığı gibi baraj göllerinin üstüne düşmüyor. Göl havzasına düşen yağmurlar genellikle beton yüzeyle kaplı olan yüzeyler tarafından akışa geçirilerek yağmur mazgallarına, kanalizasyona ve oradan da denize ulaştırılıyor. Sonuç olarak yerleşim alanlarına düşen yağmur yeraltına sızamadan, kanalizasyona ve oradan da denize ulaşıyor. Bu nedenle, villa tipi evlere sarnıç zorunluluğu getirilirken kanalizasyon ve yağmur suyu drenaj hatlarının ayrılması şart. Yağmur sularını kanalizasyonla karıştırmaz ayrı toplayabilirsek daha basit bir arıtma ile kullanabiliriz.
Aslında İstanbul’a normal değerinden 3-5 kat daha fazla kar ve yağmur yağsa da İstanbul aşırı nüfus ve yoğun sanayisinin büyük su talebi yüzünden her zaman susuzluk riski ile karşı karşıyadır. İstanbul’un sorunu kurak geçen günler ya da değişen iklim hiç değil....
İklim değişikliği ile ilgili yaptığınız bilgilendirmelerde genellikle “Aşırı yağışla kuraklık kardeştir.” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Küresel iklim değişikliği aşırı hava olaylarının, yani uç hava olaylarının artmasına neden olmaktadır. Örneğin, ortalama hava sıcaklığında 2ºC olan bir artış, 30ºC’nin üzerindeki sıcak günlerin görüldüğü günlerin sayısında 5-10 kat artışa neden olabilir. Ayrıca yazın görülen kısa süreli fakat şiddetli olan sağanak yağışların oluşması için sıcak ve kurak günlere gereksinim vardır. Kurak günlerden yer düzeyindeki sıcaklık artıkça yukarı seviye ile aşağı seviye arasındaki sıcaklık farkı, yani havanın kararsızlığı artıyor. Yerdeki sıcak hava yukarıdaki soğuk havanın olduğu yere doğru yükselmeye başlayınca gök gürültülü sağanak yağışları oluşabiliyor. Yani hafif şiddette bir kaç gün süren hafif (romantik) yağışların yerini kurak periyotlar ve arada bir görülen sağanak yağışlar alıyor.
Meteoroloji aynı sporcular gibi rekorlar kırar ama meteorolojinin rekorları iki yönlüdür. Yani yağışların çokluğu ve azlığı gibi iki uç rekor kırar. Bunların biri şiddetli kısa yağışlar sonucu ani seller, öteki ise uzun süreli yağış eksikliğinden dolayı kuraklıktır.
Nüfus artışı ve buna bağlı olarak artan gıda ve enerji gereksiniminin su kaynakları üzerinde baskı yarattığı konusunda uyarılar artmaya başladı. Yapılaşmanın şehir iklimine etkisi nedir? İklim değişikliğinin bunda etkisi vardır diyebilir miyiz?
Aslında, endüstriyel devrimin başlamasıyla, kentleşme hızlanarak şehirlerde de iklim değişmeye başladı. Böylece, insanın iklime en belirgin darbesi şehirsel yapılandırmalarla atmosferik çevreyi değiştirmesidir. Her yolun, fabrikanın, iş merkezlerinin ve evlerin yapımı, var olan mikro iklime zarar verir ve içinden çıkılamaz bir hale getirir. Aslında 1800’lerde endüstriyel devrimin başlamasıyla, kentleşmenin hızlanarak arttığı şehirlerde ve çevresinde iklim değişiminin başladığı biliniyor. Kentsel çevre büyüdükçe, kent iklimi de çevresindeki kırsal bölgeden daha farklı olur. Nitekim kent gecelerinin, kırsal bölgelerin gecelerinden daha ılık olduğunu, şehri kaplayan duman ve sis tabakasından da anlayabiliriz.
Şehirler, taşraya göre, daha büyük ısı kapasitesi olan granit ve benzeri (öz ısısı yüksek) malzemelerden oluşurlar. Bir çok binası ve karmaşık yüzey şekilleri ile, şehrin üçboyutlu doğası, atmosfer için karmaşık bir geometri sunar. Şehrin taşrada bulunmayan yoğunlukta, endüstriyel ve evsel ısıtma, otomobiller gibi ek ısı kaynakları vardır. Böylece şehirlerde yutulan güneşin ısı enerjisi, genellikle kırsal kesimlerden daha fazla olduğu için şehirlerdeki hava sıcaklıklarının yüksek olmasına ek olarak bu yerlerin, kırsal bölgelere oranla sıcak günlerinin sayısı da soğuk günlerinin sayısından fazladır. Bu nedenle şehirler birer “şehir ısı adası”dır. Bu terim basitçe, şehirlerdeki hava sıcaklığının genellikle kırsal kesimlerden daha fazla olduğunu ifade eder.
Şehirlerdeki ısı kaybını geciktirmeye ek olarak yüksek binalar aynı zamanda hava akışını da keserek değiştirebilir. Büyük şehir yüzeyinin düzgün olmayışı nedeniyle rüzgâr hızı şehirsel bir alanda azalır. Tahminlere göre şu an şehirlerdeki rüzgârlar, kırsal kesimlere göre % 25 dolayında azalmıştır. Düşük rüzgâr hızları nedeniyle, dışarıdaki soğuk havanın hareketleri tutulduğu için şehrin havalandırılması ve şehir içindeki hava sıcaklığının düşürülmesi mümkün olamamaktadır. Bölgesel rüzgârlar ancak belli bir kritik değeri geçtiği zaman şehir içindeki sıcak hava dağılabilmektedir. Bu kritik değer, şehirsel bölgelerin genişliği, şehrin büyüklüğü, rüzgârın büyüklüğüne ve ısı tabakasını değiştirebilecek kadar gerekli olan güce göre değişir.
Meteoroloji bilimi şehirleşmede, şehir planlamada nasıl kullanılabilir?
Kış ve yaz mevsimlerindeki hâkim rüzgâr yönlerine göre cadde ve sokaklar yönlendirilmeli. Örneğin, çok eskiden İzmir’de cadde ve sokaklar denize dik olarak yapılırmış. Böylece deniz ve kara meltemleri sıcak ve nemli havalarda şehirde doğal bir vantilator görevi görebilirmiş. Yoksa Ağustos 2003’te Fransa ve çevresindeki sıcak hava dalgalarının neden olduğu 35 bin ölüm olayı gibi, büyük kentlerimizde de can kayıpları yaşayabiliriz.
Aslında 80 yıl öncesinden Atina anlaşması, şehirlerin meteoroloji bilimine göre nasıl olması gerektiğini ortaya koymuştu. Her ne kadar Atina anlaşması uzun ömürlü olamadıysa da kentler için iklimsel riskler ve uyum stratejileri günümüzde çok daha önemli ve yaşamsal bir konu haline geldi. Örneğin, New Yok, Boston, Chicago, Philadelphia, Pittsburg, San Francisco gibi dünya şehirlerinin artık şehir planlama ilkelerinde güneş ve rüzgârdan yararlanma hakları gözetiliyor. Böylece bazı ülke ya da eyaletler “Solar Rights Act” ya da “Solar Codes Provisions” adıyla binaların, başka bir deyişle insanların güneş ve rüzgâr haklarını yasal koruma altına almakta. Her bir yeni inşaatın, çevre binaların güneşini ve hava akışını kesip doğal ısınma, ışık ve havalandırmasını engellememesi sağlanıyor ve böylece yazın kentlerde ölümcül bir hal alan “kent ısı adaları” da önlenmiş olacaktır.
Yeni ve modern şehirler artık ölümcül hale gelen “kent ısı adası” etkisini önleyebilmek için de sokak ve caddeleri hâkim rüzgâr yönüne göre planlamalı, yazın fazla gelen güneş ışınlarını yansıtmak için de yeşil çatı, yeşil yol vb. gibi yeşil kentler ve binalar inşa edilmelidir.
Ayrıca kentlerin birer “risk havuzu” olduğu unutulmamalıdır. Yüzyıllardan beri sismik afetler, fırtınalar, seller, salgın hastalıklar ve başka klasik afetler, örneğin Kobe’de deprem, Hurikeyn Adnrew, Oakland ve Sidney’deki orman yangınları ve Doğu Avrupa’daki seller gibi, kentsel yerleşimlerde önemli can ve mal kayıplarına neden olmaktadır. Bu tür klasik afetlerin yanısıra, artık günümüzde çevresel, teknolojik, biyolojik ve sosyal tehlikeler de şehirlerde filiz vermiş gelişmektedir. Bu nedenle meteoroloji mühendisleri, afet yöneticileri ve şehir plancıları, bu yeni tehlikelerin de şehirlerde yaşayan nüfusu nasıl etkileyebileceği konusunu dikkate almak zorundadır.
Maalesef ülkemizde de eskiden, örneğin, yağan yağmur ve erimiş kar akımları su toplama alanlarına herhangi bir müdahale ve afete neden olmaksızın serbestçe akıp gidebiliyordu. Günümüzde ise, çoğalan nüfusun, çarpık şehirleşmenin ve kırsal kesimdeki bilinçsiz yerleşimin sonucu olarak aşırı yağış, çığ, heyelan vb. doğa olaylarına daha fazla maruz kalmaktayız. Böylece, birçok vatandaşımız plansız ve birçok tehlikeye dikkat etmeksizin imara açılan sel ve çığ yataklarına yerleşmiş ve uykusunda hiçbir uyarı vb. olmadan yaşamını kaybetmiş ve kaybetmektedir. Birçok şehrimizde, hâlâ hava kirliliği gibi klasik sorunlarla da boğuşulmaktadır. Başka bir deyişle, ülkemizde teknolojik, meteorolojik ve insan karakterli afetlerdeki can ve mal kayıplarımız giderek ve hızla artmaktadır.
Kanalistanbul, 3. köprü, 3. havalimanı gibi projeler İstanbul’un iklimine nasıl bir etkide bulunur? Prof. Dr. Cemal Saydam, Kanalistanbul projesi gerçekleşirse, İstanbul’un çürük yumurta gibi kokacağını söylemiş, bu söylemi çok fazla yankı bulmuştu. Siz de buna katılıyor musunuz?
İstanbul, İzmit’ten Tekirdağ’a beton ağırlıklı kesintisiz bir mega yerleşim yeridir. Yeşil alan oranı bu kadar az olan bir beton kitlesi, yani kent, kendi sıcak, nemli ve kirli havasıyla iklimini yeterince değiştirmiş zaten. Söz konusu projeler İstanbul’un kapladığı yerleşim alanlarına göre çok küçük alanlara sahip, yani bu projelerin tek tek ya da birlikte yapacakları etkinin, İstanbul’un var olan bina stokuyla iklimine yaptığı etkinin yanında, sözü bile edilemez.
Ben deniz biyoloğu değilim. Bu tür kanallardaki gemi trafiğinin, kanala yerleşen bitki ve bakterilerin bir çeşit kirliliğe yol açması kaçınılmazdır şüphesiz. Dünyadaki benzer yapay kanallara bakılınca hiç bir kanalın herhangi bir denizi boşalttığını filan göremezsiniz. Bu nedenle ünvanlı kişiler tarafından yapılmış olsalar dahi bazı iddiaların dikkat çekmek için ya da başka bir nedenle abartılı olduğunu düşünüyorum. Bilim insanları bilgi, belge ve delillere göre konuşmalı. Varsayımlar, ben böyle düşünüyorum ya da inanıyorum şeklindeki açıklamalar bilim yapma ya da bilimsel bir iletişim yöntemi değildir.
change. org’da imzaya açtığınız dilekçede yerel yönetimi basit önlemler almaya yöneltmek istiyorsunuz. Buradaki “taşıma suyla şehri döndürme” gibi yapısal ve bütçesi büyük önlemlere karşın 5 önlemin hızlıca yaşama geçirilebileceğinin altını çiziyorsunuz. Bu dilekçenin içeriğini burada yinelemek yararlı olacaktır diye düşünüyoruz. İstanbul özelinde ve ayrıca Türkiye genelinde bu ve buna benzer önlemleri ve yanlışları özetler misiniz?
Türkiye genelinde yerel yönetimleri ele alarak özetlemek gerekirse ben olsam;
• Öyle “Suyun yüzde 70’ini tarım kullanıyor” gibi genel geçer bilgilere kulak asmam, sorumlu olduğum ildeki bütün su tüketimini, zayiat ve kaçakları ayrıntılı bir şekilde ortaya koyardım.
• Ondan sonra da uzmanlarla birlikte su tüketiminde önemli payı olan sektör temsilcilerini, ilgili vatandaş ve STK’ları toplar, kamu yararının gerektirdiği acil önlemleri saptamaya çalışırdım. Yani kuraklığın ilerlemesi durumunda “halkın can suyu”nu garantilemek için sırasıyla suyunu keseceğim sektör ve kullanımları belirler, su kayıplarını azaltacak ve su hasadını artıracak önlemleri hemen uygulamaya koyardım.
• Şu an içine düştüğüm durumdan da ders alarak orta ve uzun vadeli çalışmaların yol haritası olacak bir “Su Master Planı” hazırlardım. Önce şehrin mevcut su havzalarının potansiyelini ve bu havzaların küresel iklim değişikliğinden nasıl etkilenebileceğini saptamaya çalışırdım.
• Şehrin mevcut ve gelecekteki su potansiyeline göre şehirleşme, sanayileşme ve tarım ürünü seçimindeki politikalarını gözden geçirirdim. Katma değeri düşük ama aşırı su tüketen örneğin tekstil gibi sanayi tesislerine ve salatalık gibi tarım ürünlerine yönelmeye pek hevesli olmazdım.
• Ayrıca başka şehirlerden su getireceğim diye büyük yatırımlara asla girişmezdim. Onun yerine su şebekemdeki kaçakları gidermek için yatırım yapardım. Çünkü kuraklık artık noktasal değil, bölgesel hattâ ülke genelinde yaşanabilen bir sorun. Yani ileride şehirler arasında paylaşımı büyük problemler oluşturabilecek olan “taşıma suyla” şehri döndürmeyi düşünmezdim.
• Bir yandan suyumun katma değeri yüksek yerlerde kullanılmasına dikkat eder, öte yandan da yağmur hasadını artırmak için eski ve yeni bütün yöntemleri kullanır, korumaya önem verirdim.
• En geç 1 Ekim 2015’te yürürlüğe girmek üzere bir su bütçesi hazırlatırdım. Bunun için belediyeye en az iki meteoroloji mühendisi alır; onlarla bütün akarsu, göl, yeraltı suyu, toprak, yağmur ve kar durumu vb. parametreleri takip eder; meteorolojik, hidrolojik ve tarımsal kuraklığı bir bütün olarak izlerdim. Gerektiğinde de internet sayfamda bulunan kuraklık mücadele planımdaki önlemleri yürürlüğe koyardım.