8-9 Ekim'de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin ev sahipliğinde, İTÜ ve Yıldız Teknik Üniversitesi'nin şehir ve bölge planlama bölümleri ile Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi tarafından düzenlenen "İstanbul Buluşmaları" pek çok bakımdan ilginç ve başarılı geçti. Arkasında akılda kalıcı kavramlar ve ufuk açıcı tartışmalar bıraktı.
Bir kere, belediye başkanlarıyla kentlilerin karşı karşıya gelişleri herkes açısından öğreticiydi. Bu karşılaşmanın meslek odası ve üniversitelerin huzurunda gerçekleşmesi, ortama bilimsel objektiflik aromasını da biraz katmış oldu.
"Türkiye'nin en büyük kentsel dönüşüm projesini uyguluyoruz" cümlesinde kendine yer bulan haleti ruhiye ile "ne olacak bizim halimiz" cümlesine sığman sosyal psikoloji arasındaki gerginliğin aynı ortamda ifade edilebilmiş olmasından söz ediyorum. Meslek insanlarının bu gerginliğe çözüm bulmaya çalışması, üstelik bunu yaparken de kendini risk altında hisseden kentlilerle hemhal olmayı başarabiliyor olmaları heyecan vericiydi. Daha da heyecan verici olansa, hem belediye başkanlarının hem de kent sakinlerinin, üniversite ve meslek odası tarafından temsil edilen 'bilimsel ve teknik bilgi'nin hakemliğini daha baştan kabullenmeleriydi.
Önce 'kent' savunması
Aslında üniversite ve meslek odası bu toplantının konusunu "büyük projeler" olarak belirlemekle bu hakemliğin işaretlerini de veriyordu bir bakıma. Bu anlamda, İstanbul'un giderek daha da yoğunlaşan bir proje ve yatırım ortamına dönüşmesi karşısında mesleki kırmızı çizgilerin çizilmesi önemliydi. Bu çizgiler, "yatırımlar tamam, ama kentte yaşayan insanları bihuzur etmemek şartıyla" diyordu. Önce 'kent' savunulacaktı...
Ben bu anlamda şehir plancılarının işinin gerçekten zor olduğunu düşünüyorum. Hem kentteki ekonomik hayatın canlı tutulması, hem de bunun kentlileri huzursuz etmemesi... Bu dengeyi aramakla görevli bir meslek sorumluluğu taşıyorlar diye düşünüyorum. Bu dengenin kurulamaması ve planlara yansıtılamaması, kentlerin tarihine geçen felaketler olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü o zaman projeler ve yatırımlar belirli bir çerçevenin dışında gerçekleşmeye yüz buluyorlar. Tam anlamıyla zücaciye dükkanındaki filin hikâyesi başlıyor işte o zaman. Plancının görevi, fili zücaciye dükkânından uzak tutmak...
Tabii böyle olunca da zaman zaman sert eleştirilere maruz kalabiliyorlar. Çerçevenin dışına çıkmaya hevesli rant fırsatçısı yatırımcılar tarafından "bürokratik engel" olarak görülüyorlar. Onlar gidip "işini Ankara'da hallediyor" en sonunda. Böyle olunca da, 'bilimsel ve teknik bilgi' onlar için mahkeme bilirkişisine dönüşüveriyor. Ama bu işlerden huzursuz olan kentliler de plandan şikâyet ediyor. Bu da yaşanıyor.
'Sopa'ya dönüşen plan
Şurası bir gerçek ki, planlar için bütün dünyada geçerli olan evrensel kural, kamu yararı adına kişisel yararın sınırlandırılmasıdır. Kentteki bütün kişisel yararları tatmin ederek yaşanabilir bir kent ortamı oluşturabilmenin sihirli formülü dünyada bulunabilmiş değil. İşte bu nedenle de plan bazen "sopa"ya dönüşebiliyor sahiden. İstanbul'daki pek çok yatırımcının yanında avukat ordusuyla dolaşmasının sebebi de bu zaten. Plancıların kenti savunma sorumlulukları yatırımlar için hukuksal bir tehdit haline geliyor.
"İstanbul Buluşmaları" bu bakımdan önemliydi. Çünkü nüfusu 20 milyona doğru giden İstanbul'da yatırımlarla kentin ihtiyaçlarının buluşturulması vazgeçilemez bir görevdi. Zira planlar kenti korumaktan olduğu kadar kalkındırmaktan da sorumluydular. "Bilimsel ve teknik bilgi"nin bu arayışında yerel sivil inisiyatifleri ve yerel yönetimleri yanında bulması heyecan vericiydi. İstanbul için...