“Osmanlı toplumunun ortak güzellik değerleri vahşi Batı değerleri ithal edilerek Türk aydınları tarafından tahrip edilmiştir. O yüzden Sinan'ın eserleri toplumdan tecrit edilmiş, taş yığını haline düşürülmüşlerdir.” Bu söz, ‘bilge mimar' namıyla bilinen Turgut Cansever'in. Mimar Sinan'ı İslam mimarisi ve kültürünün doğru anlaşılmasına vesile olarak gören Cansever, Sinan'ın felsefesini, ‘Mimar Sinan' isimli kitabında anlattı.
Genel olarak İslam mimarisi özelde Sinan'ın eserlerinin demokratik bir yapıda olduğuna dikkat çeken büyük mimar şöyle diyor: “Yapıyı kullanan herkes, kendi yerini tayin ediyor. Bu tam mutlak bir demokratik yapıdır, mimarideki demokrasidir. Yapı emretmiyor, kesin olarak tarafsız bulunuyor.”
O kadar sefiliz ki; ‘Sinan’a bakmaktan korkuyoruz!
Kültür hayatımız bakımından bu yılın en değerli verimlerden biri, ‘bilge mimar’ namıyla anılan Turgut Cansever’in kaleme aldığı ‘Mimar Sinan’ kitabı oldu. Finans kurumu Albaraka, 20. yılı dolayısıyla kültür hayatımıza armağan etti bu eseri. Ancak bu önemli eser, maalesef tanıtım eksikliği ve dedikoduya-magazine indirgenmiş kültür ve yazın dünyamızda hiç yer bulamadı. Üstelik yazarı, mimarideki vukufiyeti söz konusu olduğunda sağda ve solda, herkesin hakkını teslim ettiği Turgut Cansever olmasına; eserin içeriği, kuru bir övünçle eserlerini saydığımız Mimar Sinan olmasına rağmen…
Bizim de henüz haberdar olduğumuz kitabı okuyup ‘Turgut Hoca’dan bir randevu aldık ve kendisiyle eserini, Mimar Sinan’ı konuştuk. Bu söyleşide kuru bir Sinan övüntüsü görmek isteyenler aradığını bulamayacak. Çünkü Cansever için Mimar Sinan, İslam mimarisini ve kültürünü doğru anlamamıza bir vesile olduğu için önemli…
Mimar Sinan’ı ve eserlerini anlama çabanızın sebebi ne?
Kendi kültürüne tamamen kapanmış bir ülkeyiz. Türkiye, Tanzimat’tan bu yana bir kültür politikası sefaleti neticesinde çok büyük bir bilgi eksikliğine düşmüş bulunmakta. Bu memleketin nasıl oluşacağına dair ortaya konulacak konularla halkı ilgilendiren genel tutumdan uzağız. Bu kültür olayının bilinci, topluma mal edilmezse kültürümüzü hangi değerler etrafında geliştireceğimizin de sözünü edemeyiz. Onun için Sinan’ı görüşmeyi sözünü ettiğim büyük sosyal meselenin, kültürel temelleriyle bütünleşerek çözümünün adımı olarak görmek gerekir diye düşünüyorum. Onun için Sinan’ı görüşmeyi bir fantezi saymıyorum.
Mimar Sinan’ı anlamaya çalıştığımız zaman ne olacak?
Bugünkü yaklaşımımızın eksikliğini, sefaletini, zavallılığını görme imkânımız olacak. Bugün bir şey yapıyor muyuz, yaptığımız nedir sorularına samimi bir cevap verme imkânı olacak. Bundan böyle meselelere nasıl yaklaşacağımız hususunda bize ışık tutacak. O bilinç bize bir sorumluluk da yükleyecek.
Bunlardan korktuğumuz için mi Sinan’a bakmayı geciktiriyoruz?
Yalnız Sinan’a değil, bütün ciddi meselelere bakmamak da aynı korkudan... Kulaklarını tıkıyor ve yürüyüp gidiyorlar. Eğer kulakları açık olsa o zaman bugün yüklenmedikleri sorumlulukları yüklenmek zorunda kalacaklar. Aydınlar, bilim adamları ve politikacılar, böyle olunca ilk adımda bir miktar dışlanacak, gerçek meseleyi ortaya koyuncaya kadar sarf edecekleri çaba onları acıtacak. Ama buna razı olmadığımız takdirde çok daha acıtıcı yerlere geleceğiz.
Kitapta, İslam mimarisini konuşurken ‘tevhid’ kavramının göz ardı edildiğini söylüyorsunuz. Bu kavram, Sinan’ın mimarisinde nasıl mücessemleşti?
Rönesans düşüncesinde olayların bir anı tespit edilerek o, hakikat olarak naklediliyor. Böyle olunca bir bina, bütün parçalarıyla, her parça o bütünün ayrılmaz bir kısmı olarak ve bir defada oluşmuş bir nesne gibi tasarlanıyor. Sinan’ın eserlerinin çok uzun bir zaman içerisinde parçaların birbirine eklenerek, düşüncelerin birbirine eklenerek vücuda gelmiş gibi olduklarına işaret etmek istiyorum. Bu yine çok asli bir İslami metafizik kabule dayanıyor; zaman ve mekân kategorilerinin bütünlüğü fikrine... Değişmeyen donmuş mekân ve mimari yerine zaman-mekân bütünlüğü, çok açık bir şekilde Batı felsefesinin 20. asrında İslami düşünceden intikal etmiş bir meseledir. Süleymaniye örneğinde, eserin yeni oluşumların açtığı perspektiflerle yeniden anlaşılması, yeni anlama biçimleriyle yaşanması gibi imkânlara kapı açılmış bulunuyor. Hangi İslam metafiziğine dair yazıyı okusanız, varlığın, sürekli oluşum halinde olduğunu, her anın bir evvelki andan farklı olduğunu, değişme halinde olduğunu anlatmakla işe başladıklarını görürsünüz. Öyle olunca Rönesans’ın varlığa ait bilgiyi donmuş olarak anlatan resmin neden İslam dünyasında var olmadığını da anlamak mümkün olur.
Mimar Sinan’ı sadece bugünkü anlamıyla bir mimar olarak mı algılamak gerekir? Bu algı, bizi onu doğru anlamada bizi yanılgıya düşürür mü?
Nasıl anlamak söz konusu olduğunda ona nasıl bakmak gerektiği sorusu gündeme geliyor. 16. asır, özellikle Batı dünyasında donmuş bir dünya tasavvurunun ürünü olan bir sanat görüşünü gündeme getirmiş bulunuyor. Sinan için ise, yalnız kendisinin yaptığı yok; çevresi var, şehir var. Şehrin bir canlı olduğunu biliyor. Bir de eninde sonunda yaptığı şeyin, bir canlı yaratmak değil, bir süre kalacak bir nesneyi vücuda getirmek olduğunu... Hıristiyan ortaçağ, maddi varlığı yok etme girişimi ile ürününü veriyor. Katedral taştan yapılıyor, ama taş bir realite olarak varken, o taşın üzerine profiller çizilerek, gölgeler atılarak ve hareketli biçimler eklenerek hakikatte var olan nesnenin asli nitelikleri yok edilmeye çalışılıyor. Sinan ise yaradılışın bu verisini, saygıyla kabulleniyor ve onunla üretiyor. Değiştirmeden, onun özüne zarar vermeden, onun öz niteliklerini kullanarak ve o öz niteliklerin değerlerinden hareket ederek… Bu tabii sadece Sinan’ın meselesi değil, İslam kültürünün, mimarisinin meselesi. Hep Sinan’dan bahsediyoruz, aslında onu putlaştırmak yerine, daha büyük bir açıdan İslam kültürünün, mimarisinin bütünlüğüne bakmak lazım.
Bugün mimarlar sizin konuştuklarınızı neden konuşmuyor?
Kültür dediğimiz şey halktan koparıldı önce. Bir grup Batıcı zevatın Batı dünyasında gördüklerini buraya nakletmeleri düzeyine indirildi. Tanzimat’tan ve Cumhuriyet’ten sonra halkın kültür ile ilişkisi kılıçla kesilmeye çalışıldı. Halkın sanatı yaşamasını yok etmeydi bu. Mimari söz konusu olduğunda, mühendislik mimarlığın yerine getirilerek ‘kimsenin aklı ermez, bu iş hesaptır’ denerek, halk mimari çevrenin oluşturulmasından kopartıldı. Mimari eserin bütün insanlara açık olan yüzlerinin konuşulup tartışılması, bütün güzelliklerinin tartışılarak yaşanması gündem dışına itildi. Böyle olunca da eserler müzelik oldular.
Sinan’ın eserleri ile yüz yüze gelebilme, onları anlamak için ne yapmak, hangi gözlükleri atıp nasıl bakmak gerekir?
Ortak güzellik duygusu temelidir. Osmanlı toplumunun ortak güzellik değerleri vahşi Batı değerleri ithal edilerek Türk aydınları tarafından tahrip edilmiştir. O zaman Sinan’ın eserleri toplumdan tecrit edilmiş, taş yığını haline düşürülmüşlerdir. Bu değerler allak bullak edildi. Ne için? Paris’e benzemek için. Hangi Paris’e? Bonapart’ın isyan edebilecek Fransız halkını top ateşine tutup bastırabilmek için tasarladığı Paris’e… Bu değerleri ve eserleri görmemizi engelleyen en önemli gözlük, Batılılaşma gözlüğüdür, apartmancılıktır. Bu iflas etti. Mesela genelde İslam, özelde Sinan mimarisinde, camilerin yaşama biçimine bakmalı. Yapıyı kullanan herkes, yapıda kendi yerini kendisi tayin ediyor. Bu tam mutlak bir demokratik yapıdır, mimarideki demokrasidir. Yapı emretmiyor, kesin olarak tarafsız bulunuyor. Mesela Süleymaniye’de kubbe dizisi bir istikamet veriyor gibi gözükse de sağa ve sola doğru açılarak yapı, tamamen merkezi ve istikameti olmayan bir yapıya, içindeki herkesi eşitleyen güzelliklerle örülmüş bir örtüye dönüşüyor. Oysa kilise mimarisinde veya bugünkü fonksiyonalist mimaride yapı, sizin yerinizi tayin eder ve sınırlar.