Işıl Baysan Serim: "Sinema ve Mimarlık Rasyonel Tahayyülün Bir Parçası Olarak Evrildiler."

Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldum. İkinci sınıftan itibaren çeşitli mimari bürolarda çalıştım. Sinema seyirciliğiyle ilgili deneyimim de öğrenciliğim sırasında, MSÜ’de Sinema ve Televizyon Enstitüsü’nde başladı diyebilirim. Her hafta, fırsat buldukça, Balmumcu’daki binaya gider, orada o güne kadar hiç görmediğim türden filmleri, sıkılsam yahut anlamasam dahi inatla izlerdim. O zaman, film seyirciliğinin de inşa edilebilen bir şey olduğunu anlamıştım. Bizim zamanımızda, Fındıklı’da çok sergi açılırdı. Bülent Özer, bize, sergiyi gezemesek bile içinden geçmemizi önerirdi. Gerçekten de o renklerin, desenlerin, nasıl bir biliş şeması oluşturduğunu, sizde nasıl kodlanabildiğini zaman içinde fark ettim. Öğrenciliğim sırasında, İstanbul Film Festivali’nin de ilk yıllarıydı. Tam da söylenildiği gibi, derse girmeyip filme kaçardım. Hatta bir seferinde, bizim okulda gerçekten bir mit olan Mimarlık Tarihi dersinden bir asistan bana iki haftadır niye okula devam etmediğimi sorunca, “film festivali vardı” diye kaçıverdi ağzımdan. Hiç unutmam, Prof Dr. Bülent Özer kürsünün galeri katından başını uzattı ve “festivale gittiyse bütün devamsızlıklarını artı yap” dedi. Yüksek Lisans yaparken, bir dönem Ankara’ya taşınmak zorunda kalınca, bütün bu alışkanlıklarım biraz sekteye uğradı ama daha sonra doktora sürecinde, eşimin de desteğiyle, bu iki farklı gibi görünen disiplini bir araya getirebileceğimi keşfettim. Akademik kimliğiniz film izleme deneyiminizi etkiliyor mu? Kente dair filmler izlediğinizde, diğer filmlere kıyasla farklı noktalara dikkatinizi çekiyor mu? Tabii etkiliyor. Bir mekanın büyüsüne takılıp, bazen hikayeyi bile kaçırabiliyorsunuz. Gerçi, ben genellikle, dikkatli bir seyirciyim. Bu noktada, biraz da “mimari kimliğiniz” destek veriyor. Bir tasarım problemini ele alırken, beynimiz pek çok parametreyi bir arada düşünmeye o denli alışmış ki, bu yüzden, her şeyi bir arada fark edebilme becerisini de çok fazla elden bırakmıyorsunuz aslında. Ama diğer taraftan da, biraz önce de söylediğim gibi, “seyir eylemi” bir süre sonra bir makale okumaya benzemeye başlıyor. Sürekli analitik bakmaya çalışıyorsunuz. Bu da işin pek de hoş olmayan boyutu.
Wim Wenders (Der Himmel Über Berlin, 1987)
Kente dair veya kentin merkez alındığı filmlerde özellikle bu daha çok yaşanıyor. İyi bildiğiniz veya hiç bilmediğiniz bir kente dair tepkileriniz pek değişmiyor aslında. Tanıdığınız bir kent ise; nasıl temsil edildiğiyle veya kentte nelerin değiştiğiyle ilgilenmeye başlıyorsunuz. Modern kent ile post-modern algı biçimlerinin ne bağlamda iç içe geçtiği konusunda Wim Wenders’in Der Himmel Über Berlin (Berlin Kanatlarımın Altında) filmindeki veya geçtiğimiz yıllarda vizyona giren Wolfgang Becker’in Goodbye Lenin filmi aklıma ilk gelenler. Tati’nin gözterdiği Paris ile Alain Resnais’nın ya da Jean Vigo’nun gösterdiği Paris mesela. Veya Godard’ın modern Paris imgesinin kuruluşuyla ilgili olarak kehaneti olan Aphaville filmi bir soyutlama. İzlediğiniz filmler biriktikçe, bir kente dair düşünceler algınızda daha da katmanlaşıyor. Kenti tanımıyorsanız, kentin nasıl kurulduğuyla, tarihsel katmanlarıyla, ekonomi-politik boyutuna odaklanıyorsunuz. Mesela, Mira Nair 'in “Selam Bombay” filmini, Fernando Meirelles’ın Tanrıkent’ini veya geçtiğimiz yıl Festivalde gösterilen benim de yönetmenlerden biriyle tanışma sohbet etme fırsatı bulduğum Favela Rising filmlerini bu bağlamda düşünebiliriz. George Lucas, Steven Spielberg gibi ünlü yönetmenler kendilerini mimar olarak nitelendiriyorlar. Sizce mimarlık ve sinemanın ne tip ortak yönleri var ve ne derece içiçe geçebilen birer disiplin? Burada daha çok antik çağlardan beri mimariye yüklenen anlama iliksin bir göndermeden, bir metafordan söz edebiliriz. Tasarlama ve inşa eyleminin birlikte kotarılabilmesiyle ilgili bir durum bu. Benzer şekilde, “sistem mimarisi” olarak bilişim teknolojilerinin dünyasına yerleşen terimler var. Çünkü bilgisayarda da software kurulurken bir algoritma var; yani ne türden bir işlem yaptırmak veya ne türden bir donanım yüklemek istediğinize göre algoritmik bir tasarım yapıyorsunuz, programı biçimleyebiliyorsunuz. Sinema ve mimarlık da tam bu noktada birbirine yakınsak hale geliyor. Zaten kullandıkları akıl aynı. Her ikisi de rasyonel tahayyülün bir parçası olarak evrildiler. Sinematografik üretim tekniği ve biçimlerinin modern mimarlık için bir referans haline gelmesi de bu noktada anlaşılabilir hale geliyor. Yani bir filmin tasarım araçlarıyla mimarlığın tasarım süreci bu anlamda kesişiyor. Senaryo, öyküleme ve anlatı burada üst çerçeve oluyor. Ardından hikayeyi nasıl anlatacağınız hangi zaman ve mekan bağlamında veya akışlarında kuracağınız konusu bir atmosfer yaratımıyla yani ışık, çerçeve, kamera açıları, makyaj ve kostüm gibi detaylarla biçimleniyor. Bu mizansen, mimarlıkta bir yaşama kültürü üretimiyle çok ilgili. Ardından zaman-mekan parçalarını nasıl ve ne şekilde birbirine eklemleyeceğiniz sorusu, montaj ve kurgu meselelerini gündeme getiriyor.
Peter Weir (The Truman Show,1998)
Mimarlıkta devinim ve hareket olgusunu da veren farklı mekan biçimlerinin bir araya getirebilme olasılığı değil mi zaten. Tschumi, Eisenman, Greg Lynn, Jean Nouvel ve Rem Koolhas gibi mimarlar sinemayla bu bağlamda ilgileniyorlar. Dolayısıyla sinema ve mimarlık ilişkisi sadece mimarlığın ya da kentin temsil edilebilmesiyle sınırlı değil; burada çarpraz bir ilişki daha çok bir etkileşim söz konusu. Farklı zamanlarda sinema mimarlıktan , mimarlık da sinemadan oldukça etkilenmiş. Ridley Scott’ın, Japon mimarisi ve kent planlamasından yola çıkarak ünlü Blade Runner filmini çekmesi gibi. Sizce şu an bu etkileşim hangi boyutta? Mimarlar tasarlayacakları projeler söz konusu olduğunda sinemadan ne kadar etkilenebilirler? Ridley Scott’un Blade Runner filminde Japon mimarisinden etkilenmesi daha çok ekonomi-politik bir konu. Aynı etkilenim Matrix filminde de var mesela. Burada iki türlü bakış’tan (gaze) söz edebiliriz. Birincisi, Japonya ve Çin de dahil olmak üzere, Pasifik Kuşağı veya Asya’daki bir takım ülkelerin endüstriyel üretim potansiyeli. Bu potansiyel çeşitli kontekslerde, ABD’denin dünya üzerindeki hakimiyetini azaltıyor; güç gösterisini artık nasıl yaptığını veya nerelere yönelttiğini hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla Blade Runner’daki bakış temsilin çift kutuplu ideolojisini gösteriyor. Bir taraftan, beyaz olmayanları ötekileştirme hezeyanı var; öte taraftan da tıpkı, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ikinci süper güç olduğunu ilan eden Rusya’ya duyulan korkunun temsili var. Bu korku, o dönemlerde yapılan bilimkurgu filmlerinde nasıl Yıldız Savaşları’yla ilgili bir dizi hikaye ürettiyse, şimdi de örneğin Japonya’nın kentsel uzamıyla inşa edilen bir sürü temsil biçimi üretiyor. Bu temsillerin kuruluşunda bilgisayar teknolojisinin ve bu teknolojiyle üretilen eğlence sektörünün de çok rolü var tabii. Fütürist tasarımlar ya da geleceği tasarlama yeteneği ya da bilgisi mimarları daima çok etkiliyor. Gelecek için öngörülen nesneler bu türden filmlerde bilinçli olarak, yeni bir üretim-tüketim kodu yaratmak için de üretiliyor. Tabii burada tasarımcının yaratıcı gücüne haksızlık etmemek gerek. İki yıl önce ITÜ’de yapılan Descine (Design and Cinema) Konferansı için davet edilen prodüksiyon tasarımcısı Alex Mc.Dowell bana bir filmin tasarım sürecinde MIT ve Slicon Valley ile ortak çalıştıklarından bahsetmişti. Öte yandan Minority Report filminin hazırlıkları sırasında Frank Gehry ve Greg Lyn’den danışmanlık aldıklarını biliyoruz. Yani, mimar ve sinemacı hep iç içe hep beraber çalışıyor zaten; Mimari projelerin sinemadan ne kadar etkilenebileceği konusunda pek çok araştırma var ama sonuç olarak zaten üretim araçları ortak artık. Mesela Marcos Novak’ın “Habitable cinema” olarak kavramsallaştırdığı tasarım parametresi “genetik algoritmaların” mimarlıkta nasıl etkili bir tasarım tekniği olarak kullanılacağı üzerine. Bunun yanı sıra, son zamanlardaki çalışmaları için Alien filmiyle ilgilendiğini söylüyor. Yani, sonuç olarak, sinemanın mimarlığı, mimarlığın sinemayı nasıl etkilediği konusu biraz nereden bakmak istediğinizle ilgili. Yurtdışında mimarlık eğitimi almış ve gerek belgesel gerek kurmaca filmler çeken yönetmenler var. Sizce mimarlık eğitimi, bir filmin sinematografisinde ve/veya kurgulanmasında ne derece etkili olabilir? Bir mimarın gözü çektiği filme ne katabilir? Kesinlikle çok etkili olur. Proje üretimi daha önce de söylediğim gibi pek çok parametreyi bir arada barındıran “rasyonel” bir kurgu. Mimarlıkta, herhangi bir konuyu, temayı, bir takım referanslar bağlamında ifade etme veya temsil etme bilgisini becerisini geliştiriyorsunuz. Burada, üç yüz yıldır konuşulan öznel-nesnel ya da somut- soyut ilişkisi devreye giriyor. Pek çok mimarın gerek kariyer gerekse tasarım anlamında sinemaya yönelmesinin nedeni de, mimarlık disiplininde, bu “bakış”ın inşa edilebilmesi. Tabii disiplinin özümsenmesi herkeste farklı biçimde oluyor. Bu durum, herkesin unique-biricik- olmasından kaynaklanıyor. Burada biraz Platonvari bakmak gerekiyor galiba. Platon’un modern mimarlığın bilgi kümesini biçimlemesi boşuna değil. Göz gerçekten bir vicdan organı. Mimarlık bilgisiyle, içsel bakışınızın veya bilişinizi(algı, hafıza ve akılsa/öznel değerlendirme) Kant’ın dediği gibi birlikte soyutluyorsunuz. İnsanın tahayyül alanı da bu anlamda nesnel ile öznelin birbirini bir arada ve birlikte inşa edebilmesiyle ilgili. Bu nedenle, mimarın gözünün önemli olduğuna inanıyorum ben. Ancak öte yandan da sinemada şöyle bir tehlike var. Kurgu film, tam olarak Lumiére Kardeşlerin söylediği gibi şekillenmiyor; yani gözlerimizle gördüğümüz çıplak gerçekliğin aynısı değil; temsili. “Temsil” her ne kadar bir bilgi biçimiyse de, çok bilmişliği kaldırmıyor. Mimarın çok bilinçli tavrı, bir hikayenin poetikasını bozabilir de aynı zamanda. Bir diğer deyişle, filmde fazla bilinçlilik durumu hikayeyle özleşmezse yani birlikte halvet olmazsa bir samimiyetsizlik çıkıyor ortaya. Filmler bu samimiyetsizliği kaldırmaz. Umberto Eco’nun, Açık Yapıt’ta söylediği gibi. Filmde ya da herhangi bir yaratım biçiminde –mimarlık da dahil- Kullanıcıyla, seyirciyle bir kontratınız var. Bu kontratın ben ticaret yapıyorum ya da bu konuyu en iyi ben biliyorum diye bağırmaması gerekiyor. İçtenlik çok önemli. Belge filmde de bu böyle. Şimdilerde, bu yüzden belgeselin nasıl olması gerektiği çok tartışılanlar arasında. Daima seyirciye bir kapı aralamak gerekli; yani kapıyı ardına kadar açmak değil. Ünlü mimarların hayatları zaman zaman belgesellere veya kurmaca filmlere konu oluyor. Nathaniel Kahn’ın My Architect’i veya Syndey Pollacak’ın The Sketches of Frank Gehry adlı filmi gibi.. Siz bir sinemacı olsaydınız hangi mimarın eserlerini / hayatını filme almak isterdiniz?
Kudret Sabancı (Laleli’de Bir Azize,1999)
Benim için çok zor bir soru bu çünkü her biri farklı değerlilikte birçok mimar var. Farklı bağlamlarda her birinin hayatı çok ilginç. Mesela şu an aklıma gelen, Rem Koolhaas benim filmini yapmak istediklerim arasında olabilir. Tam bir kuzey Avrupa’lı gibi, soğukkanlı, ifadesiz görünmesine karşın, gerek mimarlık, gerekse yayın dünyasındaki çalışmaları çok sansasyonel. Nedense ona bakınca aklıma hep Lars Von Trier geliyor. Kuzeyli oldukları için belki. Onun iç dünyasıyla özdeşleştiriyorum Koolhaas’ı. Çok çarpıcı bir öykü çıkabilir ondan. Hepimizin geçmiş yıllara dair hafızasına kazınan binalar vardır. Çoğu zaman bu binaların yıkılıp yerine herhangi yeni bir binanın yapılması bizde sanki bütün geçmişimiz o binadaymış da artık o mazi kaybolmuş hissini verir. Mimarinin kent yaşayanları açısından ne derece önemli olduğunun göstergelerinden sadece bir tanesi bu. Sizce sinema bireylerde kente dair hatıra oluşturmak konusunda ne kadar etkili bir sanat dalı? Çok etkili değil mi ? Huzur içinde yatsın, Ömer Kavur Anayurt Oteli filmini çektikten sonra bir daha Afyon’a gittiğinde “otel” binasının ve çevredeki pek çok yapının benzer şekilde yok olduğunu söylemişti. İstanbul’un bugün bu noktaya nasıl geldiğini anlamak için pek çok Türk filmi seyretmiyor muyuz? Bence çok önemli belgeler. Hangi kontekste gösterilmiş olursa olsunlar, bütün Türk filmleri benim için çok kıymetli. Oradaki pek çok köşk, konak, yalı artık bugün yok. Bir nostalji hezeyanına kapılmak istemiyorum ama neyin ne için ortadan kaldırıldığını anlamak için filmler bir turnusol kağıdı gibi. Wim Wenders’in Der Himmel Über Berlin filminde, film içinde anlatılıyor, gösteriliyor bu. İzlediğiniz filmler arasında kente dair size en çok hitap eden film/ filmler hangileridir? Yeni sinemacılardan Zeki Demirkubuz’un sinematografik samimiyetine çok inanırım. Ayrıca Nuri Bilge Ceylan, Ferzan Özpetek ve Serdar Akar’ın sinemasını da çok beğeniyorum. Gemide ve Laleli’de Bir Azize filmleri İstanbul ile kafamda özdeşleşen, İstanbul’un içinden geçtiğimiz ama duvar örmek gibi yok saydığımız şeylerinin aslında kenti üreten şeyler olduğunu anlatan bir film bana göre. Benım için gösterilen bir şiirsel İstanbul sahnesi değil sadece önemli olan. Oradaki anlamı da önemsiyorum mutlaka; ama bir temsilden yola çıkacak olursak burada daha çok ben “gerçekçiliğin içersinde kurulan “ temsili soyutlama anlayışını tercih ediyorum.
Zeki Demirkubuz (C-Blok, 1994)
Anlat İstanbul’u da çok sevdim. İstanbul’un nasıl yerelleşme ve küreselleşme arasında bir açmazda olduğunu, nasıl beslendiğini ve beslediğini gösterme anlamında çok önemli bir film. Stanley Kubrick’in A Clockwork Orange’ı benim için Zeki Demirkupuz’un C-Blok ile eştir. Aynı şeyler olmasa da akılları ve yola çıktıkları nokta aynıdır. Metropolis, Das Cabinett des Dr. Caligari o dönemin aklını gösteren ve modernizmin inşasını gösteren filmlerdir. Bilim kurgu filmlerinin hepsi çok katmanlı olarak okunabilir. Gattaca, Dark City, Minority Report ya da Truman Show’u bu tip filmlere örnek olarak gösterebiliriz.