Işığın Kontrast Yarattığı Kentler ve Kontrastın Karanlık Tarafındakiler

kentlerden geçiyorum,

kentler içimden geçiyor...

yaşayabileceğim bir köşe arıyorum

kalabalığının içinde,

ışığı gözlerimi alıyor..

Kentle ilgili bir yazı için her ne kadar duygusal bir giriş oluşturmuş olsa da, sözlerime bu dizelerle başlamaktan alamadım kendimi... Çünkü "kent" üzerine düşündüğüm anda "kentlerden geçiyorum" şeklinde bir cümle beynimde yankılanmaya başlıyor nedense ve dizeler uzayıp gidiyor...

Kentler, üzerinden geçip gidilen mekânlar gibi algılanıyorlar sanki; ya kimsenin sizi fark edemeyeceği bir yerinde sıkışıp kalıyorsunuz ya da geçip gidiyorsunuz... Göçebe kültürüne özgü devam eden geleneklerden midir bilmem, kimsenin yuvası olarak sahiplendiği bir yer değil sanki yaşadığı kent, İstanbul... Herkes bir ucundan ona eklemlenip geçici bir yaşam sürmenin gayreti içinde. Kimsenin beslemeye, geliştirmeye çalıştığı bir yer değil; sadece ondan olabildiğince çok alıp, verecekleri bittiği anda da bir kenara atılacak bir tüketim nesnesi gibi... Kentin taşıdığı zenginliklerin, güzelliklerin ve toplumsal - kültürel belleğin sürdürülmesi ve geliştirilmesi kaygıları ise çok zayıf ve uzaklardan gelen, anlaşılamayan bir inleme, bir uğultu gibi...

Sahiplenicisi çoğulcu toplumsal bir bütünlük özelliği göstermeyen kentlerde olduğu gibi, İstanbul'da da tehlikeli bir "kimsesizlik" hâkim... Böyle bir kimsesizlik ortamında da birileri geliyor ve "kimsenin kişisel değer yargılarına göre şekillendirmemesi gerekirken" bir yerlerinden tutup kendince şekillendirmeye çalışıyor kenti. Ortak kamu yararını gözetmeyen, kişisel değer yargılarına göre oluşturulan önemli dönüşümler, son derece kolay uygulanabiliyor bu derinleşmiş sahipsizlik ve belirsizlik ortamında.

Bu sorgulamalar geçerken beynimden bir yandan da kenti izliyorum; arkamda, gürültüsünü duyduğum coşkulu kalabalığıyla ışıl ışıl Beyoğlu ve Boğaz, önümde uzayan manzara ise birbiri üzerine yığılmış ya da yapıştırılmış kolaj görünümünde, karmaşık yapıları ile Balat, Haliç, Kasımpaşa ve Tarlaba-şı... Her iki görüntü de çok etkileyici; şu an için uyuyan, suskun, belki de susturulmuş ama teslim olmayan, karmaşık, gece tek başıma giremeyeceğim kadar karanlık ve göz ardı edilmiş Tarlabaşı, Haliç; yaşayan ve çeken, parıltılı Beyoğlu, Boğaz...

Gelişmekte olan bir ülkenin ışıltılı bir kentinde yaşamak, çoğunlukla uzaklardaki karanlık kentleri unutturuyor ve kentin içindeki uzak karanlık sokakları.. Işık kontrast yaratıyor... Kimi yerler öne çıkarken, kimi yerler iyice gölgede kalıyor... Kentler bu yüzden mi aydınlatılıyor diye düşünüyorum zaman zaman... Bazı şeyleri daha görünür yapmaya çalışırken bazılarını da bakışlardan uzaklaştırmak, güzelliklere dikkat çekerken, çok hoş olmayanların da görünürlüğünü azaltmak... Kentin bir oyun makinesi, bir tasarım nesnesi gibi kurgulanmak istendiğine inanamıyorum..

Kentler, güçlü ışıklarla süsleniyor her geçen gün daha fazla. Sözde karanlıklar azaltılmaya ve kentin görünürlüğü, yaşanırlığı, çekiciliği daha etkin kılınmaya çalışılıyor.. Çünkü kentler de sınavlardan geçiyor ve yarışıyor.. Oysa benim özellikle geceleri çok güvensiz bulduğum kentin merkezindeki sokağım hâlâ çok karanlık, yalnız yürürken korkuyorum...

Kentte nereler ya da neler, neye göre ışıklandırılıyor?

Hayır, İstanbul'un karanlık bir şehir olmasını istemiyorum, ama ışıklandırılan bölgelerin karanlık bölgeleri unutturmasından da kaygı duyuyorum. Işıklandırılan bölgelerle karanlıkta kalmış bölgelerin olmadığı yanılsamasına düşüldüğünü görüyorum... Yaşam standartları düşük, köhnemiş, temel donatılardan yoksun sağlıksız kentsel alanlar görmezden gelinemeyecek kadar yaygın oysaki.. Kent güvenliği her geçen gün daha kötü hale geliyor, tedirgin oluyorum...Oysa ışıklar yanıyor.. Her şeyin daha iyiye gittiği söyleniyor...

Bu eşsiz, ışıldayan kent, sanki ışıklar altında birden bire tüm sorunları unutturuyor..

Kentte ayrı ayrı bölgelerde hızla, tartışılmadan, "aydınlatılmadan" yürütülen büyük projeler var. Kent hukuku, ulusal ve ulusla-rası bir çok platformda ve yasal düzenlemelerde tanımlana dursun, barınma hakkı, güvenlik hakkı, kentte yaşayan tüm bireylerin "yaşamını sağlıklı bir kentsel ortamda sürdürme" hakkı konusunda uygulamalar gelişmiyor... Neredeyse geçtiğim her karanlık sokakta, dışarıda yatan bir "kaybolmuş kentli" görüyorum... Kentsel çatışmaların, gerilimlerin ve ikili yapının her geçen gün daha çok arttığına tanık oluyorum... "Getto-laşmış" zengin yaşam alanları kentin en güzel yerlerinde, orman alanlarının içinde duvarlarını yükseltmeye ve genişletmeye devam ederken; bir yandan da ışıklandırılan kent merkezlerinde yaşayan, alt gelir gurubunu temsil eden sakinler kurak ve uzak kent dışı bölgelerine itiliyor..

Işığın yarattığı gölgeden korkuyorum bu yüzden, biz ışıklar altında seyre durmuşken bu büyülü şehri, bir yerlerde karanlığın gizlice daha belirginleştiğini görüyorum... Kentte kontrast artıyor... Oysa bu; kent, bir fotoğraf değil, onunla istediğimiz gibi oynayamayız... O tüm topluma ait bir şey, canlı bir organizma.. Bir tüketim ya da tasarım nesnesiymişçesine, biraz renk ve ışık verip kontrasını artırdığımızda değişen görüntü oluyor, içeriği değişmiyor.

Örneğin, estetik kaygılar bir yana, Boğaziçi Köprüsü'nün böylesine büyük kamu kaynaklarıyla ışıklandırıldığını görmek de endişelendiriyor beni... Köprünün aydınlatılması çok güzel, ama şehrin karanlık bölgeleri, barınma, sağlık, eğitim, güvenlik sorunları her geçen gün daha da çözümsüz hale gelirken; çok sınırlı olduğunu bildiğim ya da sandığım kamu kaynaklarının, böyle bir aydınlatma da kullanılmış olması beni rahatsız ediyor.

Trafikte "kentten geçerken" gördüğümüz, kamusal hizmetlerinin bitmek bilmeyen reklamları da, kamusal uğraşların neye odaklandığı ve kaynaklarının nasıl harcandığı konusunda soru işaretleri yaratmıyor mu? Siyasetin, kamusal hizmetlerin bu denli reklam konusu olması, hitabettiği zaman diliminin ve gücünün nasıl da zayıf olduğunu gösteriyor aslında.

Oysaki kent ışıklar altında!? Reklam afişleri olmadan neden göremiyoruz yapılan onca şeyi? Reklam afişleri olmazsa eğer, fark edemez miyiz kamusal hizmetleri!?

Sizi bilmiyorum, ama ben ışığın kontrast yarattığı kentlerden korkuyorum.. Karanlık sokaklar gözlerimden gitmiyor, ışığa boyanmış caddelerinde dolaşabildiğim gibi, karanlık sokaklarına da girebilmek istiyorum...

ışığın gölgesine saklanmış karanlık sokaklar kesiyor yolumu,

korkuyorum

görmem gerekeni göremiyorum,

kentlerden

sadece geçiyorum...

dizeler uzayıp gidiyor...

Evet çekici ve çok güzeller, ışığın kontrast yarattığı kentler, terkedilmişliği ve yalnızlığı saklarken yaşamdan memnuniyeti afişleyen!