İmar İşlerinde Merkezileşiyor muyuz, Yerelleşiyor muyuz?



İmar ve şehircilik yetkilerinin merkezi yönetimde mi, yoksa yerel yönetimde mi olduğu tartışması hiçbir zaman bitmedi. Şimdi Büyükşehir Belediye Yasası’ndaki yeni değişikliklerle birlikte bu kadim tartışmanın ivmelenmesini beklemek mümkün.

Hatırlanacağı gibi, 1985 yılında İmar Yasası ile yetkiler öncelikle belediyeler ve valiliklere verilmişti. Ancak bu yetki maddesinin hemen arkasına eklenen başka bir maddeyle oluşturulan geniş bir kapsam içerisinde Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın planlama yetkilerini kullanacağı da hüküm altına alınmıştı. Bu da yetmemiş, yasanın başka bir maddesinde, hem kendisinden önce çıkan özel yasalar hem de daha sonra çıkacak özel yasaların tamamı ‘istisna‘ olarak kabul edilmişti.

Bunların hayattaki karşılıkları çok çeşitli örneklerle ortaya çıktı ve çıkmaya devam ediyor.

Park Otel başta olmak üzere, İstanbul’un tarihsel merkezindeki bazı büyük otel yapıları bu ‘istisnai‘ plan yetkilerinin ürünü, biliyorsunuz. Orman içinde yapılaşan Koç Üniversitesi de öyle. Ayrıca, Zincirlikuyu’daki eski Karayolları arazisinde şimdilerde yükselen yoğun yapılar da aynı ‘istisna‘ ile hayata geçirildi.

Şimdilik hala teşebbüs aşamasında olan ‘Galataport‘, Kazlıçeşme’deki ‘port‘, bugünlerde kamuoyunda yoğun olarak tartışılan ‘Maslak 1453‘ ve diğer TOKİ onaylı planların tamamı aynı ‘istisna’nın ürünleri olarak sıralanıp gidiyor.

Bunların ortak özelliği, yerel yönetimler tarafından kent bütününe yönelik yapılan planları dikkate almadan, sektörel hedefler çerçevesinde merkezi yönetim tarafından planlarının onaylanması ve hayata geçirilmesi.

Diyeceksiniz ki, plan yetkisinin merkezi yönetim ya da yerel yönetim tarafından kullanılması bu kadar esaslı bir öneme sahip mi? Bunun cevabı çok kısa: Evet, çok önemli.

Burada yerel yönetimlerin ne kadar doğru yapılandığı, son yıllarda şirketleşmeye başlayıp başlamadıkları, belediye başkanlarının derebeyi görüntüsü verip vermedikleri, meclislerin daha işlevsel kılınması için yapılacak işler olduğu, velhasıl yerel yönetimlerin ne kadar demokratik mekanizmalara sahip oldukları, vb. tartışmalarına girmeye gerek yok. Şu kadarını söylemek yeterli: En kötü işleyen yerel yönetim bile, yasadaki deyimiyle “mahalli müşterek ihtiyaçlar” temelinde iş görüyor.

Denilebilir ki, bu “mahalli müşterek ihtiyaçlar” her zaman hayırlı sonuçlara yol açmaz, bazen yerel çıkar gruplarının uzlaşmasıyla yanlış yerlere gidebilir. Bu nedenle, merkezi yönetimin temsil ettiği devleti yabana atmamak gerekir. Zira devlet de ‘kamu yararı’ temelinde iş görür denilebilir.

Burada önemli bir ayrıntıya dikkatleri çekmekte yarar olabilir. Geçmişte, devletin ‘sosyal devlet’ olduğu dönemde ‘kamu yararı’ saikiyle yapılan işlerin farklı olduğunu, bugün serbest piyasa sistemindeki devletin ‘kamu yararı’ terimi ile aynı şeyi anlamadığını kabul etmek gerekir. Artık farklı kamu yararları var. O nedenle yüksek yargı organları ‘üstün kamu yararı’nı esas alarak kararlar veriyor.

Dolayısıyla, şunu açıkça kabul etmek gerekiyor artık: Sosyal devlet duyarlılıklarını yitirmiş merkezi yönetimin soyut ve genel ‘kamu yararı’ temelinde gördüğü işlere nazaran yerel yönetimler kamu vicdanını daha fazla yansıtıyor.

Yeni büyükşehir belediye yasası ile tüzel kişiliklerine son verilen belde belediyelerinin parti ayrımı olmaksızın sert tepki göstermeleri bunun işareti. Kentsel dönüşüm ile ilgili yapılan son yasal düzenlemede yetkinin asıl olarak merkezi yönetime verilmesini de bu bağlamda ele almak gerekiyor. Zira kentsel dönüşümle ilgili son yıllarda yapılan denemeler, bu işin kamu vicdanını rahatsız etmeden yapılamayacağını göstermiş olmalı ki, yetki yerel yönetimlere bırakılmadı. Dönüştürülecek kentsel alanlarda soyut ve genel bir kamu yararının tanımlanması ve bu amaçla yapılacak ‘acele kamulaştırma’nın yerel yöneticilerin sızlamaya yatkın vicdanlarına bırakılamayacağı anlaşıldı.

Yalnız, merkezi ve yerel yönetimler üzerine bu tür karşılaştırmalar yaparken dikkatli olmayı gerektiren bazı noktalar var. Özellikle bizim gibi yerel yönetim geleneğinin tarihsel bakımdan fazla köklü olmadığı ülkelerde…

Ne demek istediğimi şöyle açıklayayım: Bizde yerel yönetimler, halkın seçimiyle oluşmuş bile olsalar, merkezi yönetimin uzantısı gibi görülüyor. Örneğin yerel yönetimin seçilmiş meclisi tarafından yapılması kabul edilen bir heykelin yıkılması talimatını merkezi yönetimin başındaki başbakan verebiliyor. Sonra da belediye meclisi bu doğrultuda kararını siyaseten tashih edebiliyor.

Bu üstelik çok istisnai bir durum da değil…

Sözgelimi, İstanbul’da yerel yönetim meclisi tarafından kabul edilen kentin planında boğaz geçişlerine olan talebin sınırlandırılmasına yönelik çok sayıda sistematik karar olduğu halde, merkezi yönetim üçüncü köprüyü seçilmiş yerel yönetime talimat şeklinde iletebiliyor. Bunun üzerine, aynı üyelerden oluşan belediye meclisi önceki kararını siyaseten tashih edip, plan ana kararlarına tamamen aykırı olduğu halde, üçüncü köprü konusunu plana not olarak ekleyebiliyor.

Hakeza, üçüncü havaalanı konusunda da aynı durum misliyle vahim şekilde yaşanıyor. İstanbul’un seçilmiş yerel yönetim meclisi tarafından kabul edilen çevre düzeni planında üçüncü havaalanının yeri Silivri olarak belirlendiği halde, Bakanlar Kurulu tarafından bir karar alınarak, hatta ekine bir de kroki iliştirilerek, üçüncü havaalanı kuzeyde Karadeniz sahiline uygun görülebiliyor. Bu örnekte merkezi yönetim “planınıza aktarın” diye yerel yönetime talimat verme ihtiyacı bile duymuyor. Kaldı ki, planda üçüncü havaalanının Silivri’de yer alması da merkezi yönetimin talimat gibi bir ‘kurum görüşü’ ile gerçekleşmişti.

Denilebilir ki, üçüncü köprü ve üçüncü havaalanı gibi konular biraz da bölgesel ve hatta ulusal yatırımlardır. Bu nedenle merkezi yönetimlerin söz hakkı olmalıdır.

Buna itiraz etmek mümkün değil. Hatta yerel yönetimlere talimat vermekte siyaseten beis görmeyen Başbakan bile bazen bu açıdan bakıyor. Sözgelimi Başbakan’ın, “Marmaray sadece bir İstanbul projesi değildir, daha çok Türkiye ve hatta dünya projesidir” diyerek, Marmaray’ı merkezi yönetim olarak yapma ve işletme hakkına sahip olduklarını açıklama ihtiyacı duymuştu.

Ama merkezi yönetim her zaman bu tür hassas analizler yapma ihtiyacı duymuyor. Yerel yönetimin alanına girdiği su götürmeyen konularda proje fikri oluşturmaktan ve seçilmiş yerel yönetimlere talimat vermekten geri durmuyor.

Madem ki bizde yerel yönetim geleneği siyasi olarak güçlü değil ve merkezi yönetimin uzantısı gibi görülüyor, öyleyse yetkinin hangi yönetim tarafından kullanıldığının hiç önemi yok diye düşünülebilir mi?

Kesinlikle hayır. Böyle düşünülmemeli. Çünkü merkezi yönetimin soyut ‘kamu yararı’na karşılık yerel ‘kamu vicdanı’ akacak bir mecra muhakkak buluyor. Er ya da geç…

Bu noktada ‘Galataport’ ve Haydarpaşa projelerinde yaşanan süreçleri başka bir yazının konusu olarak bir kenara not edelim. Taksim projesinde önümüzdeki aylarda yaşanacak olası gelişmeleri de bu gözle izlemekte yarar olacağını vurgulayalım.

Sonuç olarak diyelim ki, son dönemin yasal düzenlemeleri ve uygulamalarına bakılınca merkezileşiyoruz ama günün sonunda yerelleşmek dışında seçeneğimiz olmayacak.