Türk mimarlığının 20. yüzyılda nasıl yeniden doğduğunu, yaşadığı gelişme ve sorunlarını biliyoruz. Her şeyin daha iyi olmasını isterdik. Çağdaş uygarlığa katılmak zor bir iş olmalı. En büyük eksiğimiz, ne yaptığımızı sorgulamamak, yüzeysel ve suya sabuna dokunmayan değerlendirmelerle yolumuza devam etmemektir. Bu davranışın bir bölümü safça şartlanma, bir bölümü dayanışma veya koruma, büyük bir kesimi de hoşgörmek ile boşvermek arası davranışlardır. Benim formasyonuma göre, sorumluluktan kaçmaktır.
ICOMOS/UNESCO’nun 20. Yüzyıl Türk Mimarlık ve Endüstri Mirası konulu sergisi/toplantısı gerçekten bir harika. Gelecek de tarihin bir boyutu, zaman sürecinin bütünüdür... düşüncemizi doğrulayan bir girişim. Sayın Zeynep Ahunbay nezdinde bilim komitesini, Sayın Afife Batur nezdinde de organizasyon komitesini ve bildiri verenleri kutlarım. Fakat aynı anda böyle bir girişimde neyi koruyacağımızı bilmek, yani seçim açısından hazırlıklı olmadığımız ortaya çıkıyor. Belki bu açıdan da yararlı, itici güç oluyor.
Bugüne kadar bu anlamda 20. yüzyıl mimarlığımızı ele alan yayınlar, “Cumhuriyetin 50., 75. Yılı”, ayrıca Metin Sözen’in kitabı, ABD’de basılan “Modern Turkish Architecture”, Sedad H. Eldem’in ve birkaç seçkin mimarımızın mimarlığı için yapılan yayınlardaki metinlerin, yapıların uzaktan incelenerek yazılan yazılar olduğu görülüyor. 20. yüzyılın bir sorumluluğu olmalı.
Bizim de bu yazılanları okumadan, düşünmeden, yazdığımız zannedilmesin diye, özetle iki önemli örnek verelim. 50. Yıl Türk Mimarisi isimli yayında, mimarlığın objektif, bilimsel ölçütlerle (!) değerlendirilmesi gerektiği savunulurken kitap bütün görsel ağırlığıyla, duygusal olmaktan öte hiçbir gerekçe içermeyen Milli Mimari (!) örnekleriyle doludur. İkinci örnek İngilizce yayımlanan Modern Türk Mimarisi isimli kitabın kapağına, Türkiye’de modernizme karşı çıkışın simgesi olmuş ve evrensel mimarlık kuramları ve etiğiyle, bir yanlışlar kümesi, belki bir “itiraf” anıtı olan “Taşlık Kafe”sinin fotoğrafının konmasıdır. Neredeyse bütün mimarlık yayınlarının bu tür sohbet düzeyli içerikle sürdüğünü birçoklarımız biliyor ama söylemiyoruz. Doğrusu büyük ciddiyetle dünyaya meydan okuyan bazılarımız da söylemlerinde çok derinlerde değiller. Ayrıca bu yazıların sahiplerini tanıyor ve saygıyla seviyoruz. Ben de bu hoşgörülü ortamın içinde yarım yüzyıl profesyonel yaşam sürdürmüş ve belki bazı alışkanlıklar edinmiş bir kişiyim. Kuşkusuz bu “ninni” den birgün gerçek bir eleştirel ortama geçilecektir.
18 Mayıs 2002 ICOMOS’un uluslararası İstanbul toplantısı ile, 20. Yüzyıl Türk Mimarlık Mirası’nı saptayalım deyince, hazırlıksız olduğumuz ortaya çıktı. Bunun, Türk Mimarlığının düşünsel düzeyiyle aynı olmadığını umarım. Arredamento Mimarlık dergisi 20. Yüzyıl Türk Mimarlık Mirası için adaylarını 2002/05 sayısında yayımladı.
Seçmek... Neye Göre?
Doğrusu, seçimin düzeyi de mimarlık ortamının düzeyini yansıtır. Mimarlık eylemi, düşünce ve tasarımların ortamı oluşturmaları, yüzyılın uygulamaları ve seçiminin birbirine yakışması doğal olmalıdır. Seçileni biraz eleştirdiğiniz zaman “dönemin mimarisi” savunmasıyla karşılaşırsınız. Acaba, bu “dönemin mimarisi” nedir? En yaygın yapılaşma türü mü? Değil! Arredamento Mimarlık’ın seçimi, Türk Mimarlığı konusunda kafalardaki karmaşayı çok iyi yansıtıyor. Öneri listesindeki yaklaşım, millî, geleneksel, sonuçta çağın dışında kimlik arayan örneklerin belki hepsi orada, belki bir bu kadar eklenebilir. Bu yapılar ülke yaşamında ne yer tutarlar, ne de etkilidirler.
Bu az sayıdaki yapılar evrensel, kuramsal bir aidiyet, bir mimarlık türü, dili, söylemini oluşturdular? Dünya mimarlığına birşey mi eklediler? Yoksa hepsi de bir kimlik oluşturamayan, boşuna, halkın parasıyla yapılan duygusal, bireysel pahalı denemeler midir?
Kimsenin bunlardan birşey öğrenmediği, Türk mimarlarının önünü tıkayan
talihsiz bir ince hastalıktır. 1927’de Atatürk bunlara dur demeseydi ve 1950’de
Türkiye Batı’ya açılmasaydı, devrimci, çağdaş yeni Cumhuriyetin, yeni başkenti,
nasıl bir görüntüye sahip olacaktı? Örneğin bunlardan, bugünkü curcuna içinde
birkaç değil, onlarcasının kamu alanlarını oluşturmasıyla doğacak karabasanı
düşünün. Modern Devlet yapıları oluşturması için getirilen Holzmeister’lerin
marifeti de, millîcileri destekleyerek Türk mimarlığına yaptıkları en büyük
kötülüktür.
Bu, zamanın akışına ters düşen, yabancıların bazen mehter
takımına gösterdiklerine benzer ilgi bizi aldatmasın.
Dönemin Mimarisi’nin Anlamı!
Sanıyorum, belirli bir zaman aralığında yapılan her şey değildir. “Dönem” sözcüğünün arkasında, o zaman aralığının koşulları, yaşam biçimi, düşünceleri ve zevkleriyle, egemen bir uygarlığı olmalıdır. Bu uygarlık katı kurallar olmak zorunluğunu taşımasa da gelişmişlik koşulundan uzak olamaz. Yani, “dünyada yaşanan düzeye göre ilkel uygarlık” diye bir tarif, birkaç bin yıl önceki bir yaşam, son dönemin değil, ancak ve belki o zamanın uygarlığı olabilir.
Sözlerim tartışılabilir, birçoklarına katı gelebilir. Ama bu yapışkan nostaljik ruh hastalığına olan tepkim budur. Kaldı ki, “zaman”a, yaşamına en bağlı sanat mimaridir. Başka zamanların düşünceleri, duygu, teknoloji ve koşullarıyla bugünü savunmanın sağlıklı olmadığına inanırım. 20. Yüzyıl Türk Mimarlığından bu ve benzeri yapılar, yaklaşım veya inançlar ayıklanmalı, mimarimiz çağdaş düşünce ile başbaşa kalmalıdır.
Çağdaş Yapılar Arasında Seçim
20. yüzyıl yapısı tanımı için bilinen nitelikleri ciddiyetle aramak ile, tam neo-klasik görünüşlü olmayan bütün yapıları modern saymak arasında oldukça büyük bir aralık var. Yayınlarımızın yapıların tasarım bütünü ile ilgilendiklerinden, planlarından başlayarak formuna ulaşılmasında çağdaş teknoloji ve duygunun, işlevsel anlamın nasıl bir katılım içinde olduklarını incelediklerinden kuşkuluyum. Genelde tasarımda ve değerlendirmede, dünya ile birlikte şartlandığımız imgelerle çağrışım deneyerek, karar verdiğimizi üzülerek itiraf edeyim.
Ayrıca, her ülkenin farklı bir yaşamı olmasının modern mimarlıkta sorun çıkaracağı doğru değildir. Koşulların modern tasarımın yönlendiricisi olması, bununla farklı anlatımlara ulaşmak zaten modernizmin isteğidir. Bu nedenle de başka ülkelerin mimarileriyle aşırı benzerliklerin yadırganması doğaldır. Yani koşullardaki yerel farklılıklar kuramları değiştirmeyeceğine, modernizmin bununla çok ilgilendiğine inanıyorum. Modernizm’in işlev, çevre ve anlam ile oluşan, çağın duygularını yansıtan formlarını düzenlemek üzerinde fazla durulmadığı görülmektedir.
Arredamento Mimarlık’ta, 20. yüzyıl Türkiyesi için önerilen yapıların belki yarısı çağın niteliklerinden uzaktır. Ayrıca, yalnız birkaçıyla yetineceğimiz, Hacettepe Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı, Devlet İstatistik Enstitüsü gibi olumsuz örneklerin aralarında bulunması, bu tablonun rastgeleliğini göstermektedir. Neredeyse bu tablo 20. Yüzyıl Türk Mimarlığını aşağılayıcı bir istekle hazırlandığı kuşkusunu uyandırır. “İşte mallarımız bunlardan ibaret”, der gibi. Bu curcuna içinde benim ve değerli birçok mimarın yapılarına yer verilmemesi de bir anlamda olumludur.
Birikimini Değerlendiremeyen Ortam
Türkiye toplumu, biraz her konuda, birikimini değerlendiremeyen, kendine güvenmeyen bir toplumdur. Her zaman her şeye yeniden başlamak gibi bir huyu vardır. Ülkedeki yayınlara baktığımız, hele okuduğumuz zaman, birbirini izleyen bir düşünce ve tasarım birikimini yakalamak güçtür. Ama, yaklaşık on beş yıldır Mimarlar Odası’nın her iki yılda bir yinelediği ve son elli yılı içine alan bir Ulusal Sergi ve ödüllendirme kurumlaşmıştır. Seçimler Jürilerce yapılmakta ve mimarlık ortamınca kabul görmektedir. Herbirimizin düşüncesine tam olarak uymasa da bir değerlendirmedir.
Kuşkusuz, neyin korunacağını bilmek öncelikle önemlidir, çünkü seçim toplumun, bu durumda ortamın kimliğinin aynasıdır. Seçen, seçtiğiyle kendisini anlatır.
Türkiye’nin 20. Yüzyıl Mimarlık Mirası Var mıdır?
Yukarıda sözkonusu ettiğimiz tablo gerçek olsaydı, durum vahimdi. Bir toplumun sanatındaki bu fakirlik, bu karmaşa, insanların ne istediğini bilmediğini, bilecek düzeye gelmediğini, neyin iyi olduğunu anlamadığını, belki de aramadığını yansıtır.
Sedad H. Eldem, 1931 yılında ilk Mimarlık Dergisinin ilk sayısında, mimarın topluma karşı büyük sorumluluk taşıdığını, çünkü halkın iyi şeyler istediğini, fakat neyin iyi, neyin olmadığını bilmediğini söyler. Bu sade sözler, Sedad Bey’in de önemli rol aldığı mimarlık yaşamımızın büyük dramını anlatır. Toplumun bilinçlenmesi için önce mimarın, hele hele yayıncının sorumluluğu büyüktür. Yapılan yayıncılık bazı bilgiler taşımakta, fakat bir düşünce ortamı oluşturmamaktadır. Kendini tanımayan ortamın bilinçlenmesi beklenemez.
Tarihle, çağdaş uygarlıkla yüzeysel ilişkiye giren mimariye karşı çıkamadık, soysuzluğu ayıklayıp atamadık. Kendi dünyamızı aydınlatmak becerisini gösteremiyorsak, bize bu derbederlik meheldir!