Bir çağrı gelinceye dek Bengalur
(Bangalore) kentinin Hindistan’ın neresinde olduğunu
bilmiyordum.
Önce atlasımı açtım, sonra da bilgisunarımı
(internet)...
Mumbai’den (Bombay) güneydoğu yönünde, bir
saat yirmi dakikada uçuluyormuş Bengalur’a...
Asya’nın güneydeki iki tombul
ayağından batıdakinin tümü Hindistan ya... İşte bu ayağının diz kapağının hemen
altına düşüyor Karrnataka bölgesi. (Ya da eyaleti...) Onun
başkenti de Bengalur... Madras’la hemen hemen eş enlemde...
Kuzey yarımkürenin 13. enleminde...
“Bayram değil seyran değil eniştem beni
neden öptü?” diye düşündüm önce... Sonra baktım, gerçekten Kurban Bayramı
günlerine düşüyor çağrı... Pek de uygun kısacası...
Hindistan’ın üçüncü büyük
kenti imiş Bengalur... Altı buçuk milyon oturanının yüzde yirmisi (bir buçuk
milyonu) Müslüman...
Hindistan’ın toplam vatandaşı 1 milyar 300 milyonmuş şu
günlerde... Çin’i de geçmiş... Daha 1987’de 783 milyonmuş oysa... Şimdi
yeryüzünün en kalabalık ülkesiymiş kısacası... 300 milyonu açlık çizgisinde
yaşıyormuş... Günde ancak bir öğün yiyebilerek...
Beni, IIA
(Hindistan Mimarlık Enstitüsü), Mimarlar Odası ile
Karnataka bölgesi Mimarlar Odası çağırıyordu... Mimarlık
üzerine düşüncelerimi, yaptıklarımı gösterip anlatmamı istiyorlardı. Benim de
tanımak istediğim, uluslararası ad yapmış kimi mimarlarla birlikte üç günlük bir
toplantıda konuşacaktım. Hem de son konuşmacı olarak...
“Olur!” diye
yanıtladım çağrıyı...
Çok geçmedi, birkaç gün sonra da, Mumbai’ nin (Bombay)
150 km. güneydoğusundaki 4 milyonluk Pune kentinden de çağrı
gelmez mi? Onu da olumladım... Gitmişken... Neden olmasın?
Çevremden, hemen
Mumbai’deki olaylardan söz açıp “Çekinmiyor musun?” uyarıları geldi...
Günü
geldi, uçtuk eşimle birlikte... Önce dört saat Dubai’ye , oradan da 3.5 saat
Bengalur’a...
Çağdaş bir yapı olan havaalanında, görevli iki mimarlık
öğrencisi karşıladılar bizi.
Türkiye ile 3.5 saat ayrım vardı. Bir gün önce
akşam 19.10’da ayrılmıştık İstanbul’dan... Buraya ertesi günün erinde
gelmiştik... Başka deyişle, 8 Aralık’ta uçmuştuk yurttan, 9 Aralık’ta
Hindistan’a inmiştik...
Beş yıldızlı bir otele yerleştirdiler...
Bir iki
saat uyuyup hemen kenti görmeğe çıktık. Gençlerin yol göstericiliğinde, bize
özgülenen bir arabayla...
Bengalur’un bir adı da bahçe kent
idi. Yollar çok geniş taçlı ağaçlarla gölgeliydiler...
Gençler,
Karnataka “parlamento”sunu göstermek istediler
önce...
Hindistan’ın bağımsızlığı yarım yüzyılı ancak aşıyor biliyorsunuz
sanırım.
Karnataka bölgesinin parlamentosu da yapılalı 40-50 yıl olmuş...
Yapı, kimlik arayışını gösteriyor. Ama İngilizlerin uzun süreli etkileri de
belli...
Biçimle kimlik aramanın iyi sonuç vermediğini açıkça gösteriyor.
Daha bir-iki yıl önce gerçekleştirilen ek yapıda da bu tutumun sürdürülmesi,
benim burada anlatacaklarımın ne denli etkili olabileceğini düşündürttü
bana...
Elbette düşündüğümü, açık yüreklilikle, yalancılığa düşmeden
söyleyecektim. Geçmişten kimi biçimleri alarak kimlik bulunamıyordu
işte...
Parlamentonun karşısındaki “Adalet Sarayı” da
oransız iyon kolonlarıyla, üçgen alınlığıyla Yunan-Roma mimarlığına özenen bir
arayışın kanıtı...
Bizde de yüz yıl önce böyle değil miydi? Giderek kimileri,
geçmişin sandığından biçimler aktararak bugün de böyle bir davranışa girmediler
mi?
Az ötedeki 1935’te yapılmış “kent holü”nde de bu çizgi
görülüyor.
Uzaktan görebildiğimiz caminin de yüzü geçmişe
dönük...
Anladınız... Sürdüreceğim Hindistan’ı anlatmayı!..