İstanbul, kentsel muhalefetin daha organize, daha dirençli olduğu ve daha somut talepler dile getirdiği bir yerel seçime hazırlanıyor. Gezi Parkı için verilen mücadele hala bütün canlılığını korurken, örneğin 'İstanbul Sözleşmesi', kentlilere İstanbul'a sahip çıkma ve takipte kalma çağrısı yapıyor; Sarıyer mahalle dernekleri ve mahalle kooperatifleri çıkardıkları 'Mahalleden' gazetesi ile nasıl bir yerel yönetim istediklerini daha gür ifade ediyor. TMMOB Mimarlar Odası Genel Merkezi tarafından düzenlenen 'Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Demokrasi' sempozyumunda yapi.com.tr'nin sorularını yanıtlayan Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden Doç. Dr. Asuman Türkün, "İnsanlar şimdi dönüşümün, herkesin üzerinde bir bedeli olduğuyla yüz yüze geliyor; bir tür karşılıklı öğrenme ve bilinçlenme süreci yaşıyoruz" diyerek açıklıyor bu durumu.
Doç. Dr. Besime Şen, Doç. Dr. Şükrü Aslan, Doç. Dr. Binnur Ökten ve Mücella Yapıcı ile ortaklaşa yürüttükleri ve 6 mahalleyi kapsayan 'İstanbul’da Eski Kent Merkezleri ve Gecekondu Mahallelerinde Kentsel Dönüşüm ve Sosyal-Mekânsal Değişim' araştırması ile dönüşümün yarattığı tahribatı yerinde de inceleyen Türkün, Gezi Parkı direnişinde olduğu gibi elde edilen kazanımların herkese umut verdiğini söylüyor. Mücadelenin kitlesel ve hedef odaklı olması gerekliliğinin altını çizen Türkün; aksi halde bir süre sonra insanların geri çekilmeye başladığına, herkesin kendi başına kaldığına işaret ediyor ve mahallelerin yaşadığı yalnızlığı örnek gösteriyor.
Asuman TürkünKentsel dönüşüm, toplumda başlangıçta neden olumsuz bir algı yaratmadı?
Gecekondu, toplumun gözünde hep biraz aşağılanan, plan dışı, marjinal, yasadışı olarak görülen bir şey oldu. Hiçbir zaman ciddi biçimde sahiplenilmesi gereken yaşam alanları olarak algılanmadı. Bu nedenle kentsel dönüşüm, ilk gündeme geldiği zamanlarda daha düzenli ve planlı kent alanları için pek çok kişiye umut verdi. Birçok gecekondu sakini için de ellerindeki mülkiyet belgelerinin netleşmesi anlamına geliyordu. Çünkü örneğin 1980’lerde tapu tashih belgeleri verilmesine, imar planı geçen daha merkezi yerlerin dönüşmesine rağmen; birçok yer kaçak olarak gelişti ve hep bir bıçak sırtı durumu vardı. Mahallelerin en büyük sorunu ne zaman tapu verileceğiydi; mücadeleleri tapu almak üzerineydi. Çünkü kendilerini o zaman daha garantide hissedeceklerdi. Kentsel dönüşüm meselesi, başlangıçta çok da algılanamadı. Eksik bilgilerle, dezenformasyonla öyle de sunuldu ki; insanlara hiçbir zarara uğramadan, toplum gözünde planlı, daha meşru bir alana yerleşmek, kaçak olma durumundan kurtulmak gibi geldi.
Mesela ilk uygulama olan Ayazma - Tepeüstü, hepsi 1990’lar sonrasında kamu arazisi üzerine yerleşmiş 1-2 katlı gecekondulardan oluşuyordu. Onlar, en korunaksız durumda olanlardı; çünkü 1980’li yıllarda çıkarılan aflardan faydalanamamışlardı. 6 mahallede yürüttüğümüz 'İstanbul’da Eski Kent Merkezleri ve Gecekondu Mahallelerinde Kentsel Dönüşüm ve Sosyal-mekânsal Değişim' araştırması için konuştuğumuz mahalleliler; hiçbir örgütlenmenin çıkmadığını, çok kolay evet denildiğini, ama sonrasında çok ciddi mağdur olduklarını anlatmışlardı. Her örnek, bir sonraki dönüşüm için aslında bir ders oluyor. Mesela Sulukule’de yaşayanlar da benzer şekilde; tehdit, yalan, çelişkili bilgilerle ürkütüldüler. Toplumda, 'devlet, isterse yapar' algısı da çok yüksek. Bu nedenle büyük bir bölümü, biraz daha yüksek fiyat verene mülklerini sattı. Şehrin dört bir yanına dağıldılar ve verilen üç kuruş para da gitti; çok azı bunu yeniden bir mülke dönüştürebildi. Kiracılara Taşoluk’ta yer sağlandı; ama ödeyemediler ve geri döndüler. Bu süreç, Tarlabaşı’nda daha farklı bir mücadele getirdi; uzun süre direndiler, hala davalar sürüyor. Bezirganbahçe yeniden iskanının sonuçları, bugün gecekondu dönüşümlerinde kulağa bir küpe oldu.
Yaşanan bilinçlenme, mahallelerin mücadelesine nasıl, ne kadar yansıyabiliyor?
Pazarlıklarda daha fazla söz sahibi olmak istiyor, dernekleşiyorlar. Ancak direnç oluştukça, kamu otoritesi de karşı silahlanmaya gidiyor ve yasaları değiştiriyor. Daha önce belli yasalar koruyucuyken, şimdi onlar yok. İstanbul’un depreme en dayanıklı yerleri, çıkarılan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile riskli ve dolayısıyla yenileme alanı ilan edilebiliyor. Merkezi yönetim, bilinçlenme artıkça ve toplumsal muhalefet güçlendikçe; bütün yetkileri elinde toplayarak çok daha üstten ve güçlü bir biçimde bu direnişi kırmak üzere hareket ediyor. Muhalefet eden gruplara yönelik saldırılar sürüyor, meslek odaları itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor… Bir de genel anlamda insanlar, Taksim gibi herkesin kullandığı, bildiği kamusal alanlara yapılan müdahalelere karşı daha duyarlı. Ama gecekondu söz konusu olduğunda çok büyük bir kesim, bu dönüşümü onaylıyor; hatta orta sınıfta 'onlar zaten işgalci' gibi bir inanç var. Gecekondular ve dar gelirli insanların yaşadığı bütün alanlarla ilgili genel kanı, 'bunlar tabiî ki dönüşecek, hatta fazla bile veriliyor' yönünde.
Bu anlamda insanlar, belki de Gezi Parkı süreci ile yanında durmadıkları kişilerle karşı karşıya geldiler, birbirlerini biraz olsun anlamaya başladılar. Bunun, herkesin başına gelebilecek bir süreç olduğunu fark etmeye başladılar. Gerçekten tapun da olsa, riskli alan ilan edildikten sonra senin çok da fazla söz hakkın yok; dönüşüme itiraz etme şansın sınırlanıyor. Örneğin Bağdat Caddesi için de dönüşümden bahsediyoruz. İnsanlar şimdi dönüşümün, herkesin üzerinde bir bedeli olduğuyla yüz yüze geliyor. Bir tür karşılıklı öğrenme ve bilinçlenme süreci yaşıyoruz. Elbette başarı öyküleri de var; örneğin Tarlabaşı’nda başarılamayan şey, Fener-Balat’ta şimdilik olmuş gibi görünüyor. Ancak bundan sonra ne gibi karşı hamleler gelecek? Bu hakikaten yorucu bir şey; ama bazı yerlerde elde edilen başarılar, herkese umut veriyor ve umut çok önemli. Taksim’in verdiği umut gibi. Yerelde verilen bu mücadele, yerel siyasette yeterince karşılık bulabiliyor mu, alternatif bir model önermesine dönüşebiliyor mu?
Bir önceki yerel seçimler öncesi TOKİ, Başıbüyük’e girmişti; orada bir müdahale vardı. Verilen mücadele, seçimlere yansıdı ve Maltepe Belediye Başkanı değişti. Aynı şey Kartal’da, Sarıyer’de de oldu. Fakat seçimleri kazanan CHP’li belediyeler insanların taleplerini karşılayacak daha katılımcı ve yaratıcı modeller bulmazsa; daha cesur olmayıp, tamamen sistemin sınırları içinde hareket ederse, başarılı olmuyor. O zaman insanlar, daha güçlü olanın yanında durmaya çalışıyorlar; merkezi yönetimle ilişkileri daha kolay çözebilecek bir yerel yönetim tercih sebebi de olabiliyor. Bence henüz dönüşümlerin sonuçlarını görmedik. Belki bunlar hız kazanıp, Bezirganbahçe’de olduğu gibi sonuçları ortaya çıktığında; insanlar o bilinçlenmeyi yaşayıp, daha gür biçimde bunu ifade etmeye başladıklarında, nasıl bir model olabileceğini tartışmaya başlayabileceğiz.
Belediyelerde, BDP’nin Güneydoğu’daki ağırlığının dışında bir AK Parti, bir de CHP var. Ama, belli itirazı olan insanları bir araya getirebilecek bir bağımsız aday bile gösterilemedi. Halbuki bunun için ortam da vardı. O ortak aday, daha alternatif bir şey sunabilirdi. CHP belediyesi bunu yapamıyor ve çok da hazırlıklı değil. İtiraz ediyor; ama sunduğu model yine o dar kapsam içinde kalıyor. Öte taraftan yeni bir model oluşturmak da kolay değil. Belediyelerin kaynaklı sınırlı ve hatta yasal düzenlemelerle gücü de çok tırpanlandı. Ama bunu başarmak zorundalar. Aynı sistemin içinde debelenirseniz, başka bir model çıkarmak çok olanaklı değil. Konuşmak, fikir üretmek lazım. Türkiye’de hayat biraz da, kayıp vermeme mücadelesi üzerine yoğunlaşıyor; biraz da bunun için model üretemiyoruz. Sürekli bir şeyler kaybediliyor; bu nedenle elimizdekini nasıl koruyabiliriz şeklinde bir mücadele ağır basıyor. Hatta ‘alternatif model’ denildiğinde, ‘şimdi onun zamanı değil’ deniliyor; hepimiz arada kalıyoruz. Oysa ilkesel düzeyde bir takım şeyler söyleyebilir, örneğin barınma hakkını savunabilir, tahliyeleri kesinlikle reddedebiliriz. İlkesel düzeyde anlaşılıp, yerelde neler yapılabileceği oradakilerle birlikte çözülmeli. Zaten demokrasi dediğiniz şey de biraz orada başlıyor. Deprem, sel, binaların yıpranmışlığı gibi sebeplerle gerçekten bazı yerlerde dönüşüm gerekebilir; ama insanlar, bütün bunları oranın gerçekliğini de hesaba katarak, talepler doğrultusunda birlikte ortaya koyan bir belediyeyi muhakkak tercih edecekler. Ama daha zamanı değil.
Kentsel dönüşüm ilk gündeme geldiği zamanlarda merkezi idarenin en çok kullandığı argümanlardan biri başka dünya kentlerinde de benzer uygulamalar olduğu yönündeydi. Dünya nasıl kentsel dönüşüyor?
Tabiî ki dünyada kentsel dönüşüm var. Özellikle Avrupa kentlerinde, sanayisizleşme ve hizmet sektörünün gelişmesiyle birlikte, kentteki toprak rantının da ekonomik gelişme açısından çok önemli olduğu biliniyor. Orada da iyi / kötü uygulamalar, yerinden etmeler var; ancak bizdeki kadar vahşi bir dönüşüm yok. En azından bunun tepeden inme bir kararla olmayacağı, katılımcı süreçleri işletmek gerektiği bilgisi var. Bir itiraz kültürü de var; katılımın sağlanmadığı durumlarda toplumsal anlamda ciddi eleştiri alıyor. Bizde ise çok tavizsiz bir dönüşüm uygulaması var. Hindistan, Arjantin, Brezilya gibi ülkelerde de gecekondular var; hatta ölçekler öyle inanılmaz ki, gecekondu ve kentin dışındaki köyler birleşmiş, kilometrelerce konut uzanıyor. Ama en azından ortada bir gerçeklik olduğunu kabul ediyorlar ve bu gerçekliği mağduriyetleri artırmadan nasıl daha iyi hale getirebilecekleri üzerine kafa yoruyorlar.
TOKİ, bugüne kadar 500 bin civarında sosyal konut ürettiğini söylüyor; sosyal konut projeleri düşük gelir gruplarını gerçekten kapsayabiliyor mu?
Herkes, sosyal konut politikalarının en düşük gelir grubunu kapsamakta ne kadar başarısız olduğunu söylüyor. Biraz okuma ve araştırmayla bunlara ulaşılabilir. Türkiye’de formel piyasada konuta erişemeyecek nüfusun oranı çok yüksek. Asgari ücreti düşünürseniz, ayda 400 – 600 TL’yi ödeyebilmek için bir ailede iki kişinin ciddi biçimde çalışması lazım. Siz eğer bu düzeydeki bir grubun konut ihtiyacını karşılamaya çalışıyorsanız, buna uygun politika üretmelisiniz. Bugünün modeli, eninde sonunda yoksullaşmayı, mülksüzleşmeyi ve başarısızlığı getiriyor. Aslında o insanları, aldığınız noktadan çok daha kötü koşullarda bırakıyorsunuz. “Eğer buysa, hiç dokunma; bırak dağınık kalsın” demek gerekiyor. Çünkü siz, “Ben burada yaşam kalitesini artıracağım, daha iyi koşullarda yaşanacak, planlı olacak” diyorsunuz; ama o insanları bulundukları yerde yaşatamıyorsunuz ve çok daha kötü koşullara mahkum ediyorsunuz. Bazirganbahçe’de, Sulukule’de ve Tarlabaşı’nda yaşanan buydu. Bir de bizde herşey ‘çok acil’, ‘hemen’; oysa 10 yıldır deprem korkumuz yok muydu? Çok üzerine gidilmeyen bir konu da, 10 yılda toplanan deprem vergileri. O paralarla sağlanacak sübvansiyonlarla, hiç kimse mağdur olmadan ciddi bir dönüşüm yapılabilirdi. Ama bunların hiçbiri olmadı, 11 yıl sonra birdenbire böyle bir dönüşüm furyası başladı. Brezilya’da bu anlamda çok ciddi sübvansiyonlar var; düşük gelir grubundan para talep edilmiyor. Belli kuruluşlar, iyileştirme konusunda teknik destek veriyor. İnsanların birlikte hareket ederek, yaşadıkları yere sahip çıkması, daha önemli politikalar olarak ortaya çıkıyor.
Bu anlamda TOKİ’nin pozisyonunun yeniden gözden geçirilmesi gerekmiyor mu?
Bence TOKİ’nin yetkilerinin gözden geçirilmesi gerekiyor. Zaten o nedenle çok vahşi... Her şeye merkezden karar veriliyor. Araçları da çok kuvvetli; mücadele etme alanlarınız çok sınırlı, çok güçsüzsünüz. O güç ilişkisi, giderek çok eşitsiz bir hale geliyor. Oysa siz, dar gelirliler için konut yapmak üzere ortaya çıkmış bir kurumsunuz. “Zenginden alıp, alt gelir grubuna veriyorum” diyorsunuz; ama nasıl bir vermektir bu?
Kentsel muhalefet, bu yeni duruma ne kadar hızlı ve doğru tepkiler verebiliyor?
Artık eskiye göre daha hızlı tepki verebiliyor. Çünkü insanların bir arada hareket etme isteği ortaya çıktı; bu geri döndürülebilir bir şey değil. Yine de henüz çok az ve yeterince organize değil. Hep aynı insanlar mücadele ediyor ve bir müddet sonra da yorulunuyor. Mücadelenin kitlesel ve hedefe odaklı olması gerekiyor. Taksim’in çıkış noktası böyleydi. Hedef odaklı bir mücadele olmazsa, bir süre sonra insanlar çekilmeye başlıyor ve herkes kendi başına kalıyor. Mesela mahalleler bu anlamda çok yalnız. Bu mücadeleyi sürdürebilenler gerçekten çok takdir edilesi bir iş yapıyorlar. Güçleri birleştirmekten başka çare yok. Ufacık sorunlar, bölünmelere neden olabiliyor; bu nedenle öncelikle bazı ilkeler etrafında buluşabilmek önemli. O bir araya getirici ilkeleri bulmak da o kadar zor değil diye düşünüyorum. Bizde egolar yüksek, bu nedenle insanlar birbirlerini dinlemeyebiliyor; bunlardan vazgeçilmeli.