Herkes, ‘Camileri Restore Eden Kadın Mimarı’ Sorardı



Makbule Yalkılday, Türkiye’nin ilk kadın mimarı. Şu an 97 yaşında. İstanbul‘daki pek çok yapıda, özellikle de camilerde onun emeği, imzası var. Zaten Yalkılday için İstanbul’daki tüm yapılar birer çocuk, onun çocukları... Ama bu zaman kaşifinin sitemi büyük, “Eski coşku, eski heyecan kalmadı artık bu toprakların insanlarında. Rüzgâr nereye herkes oraya. Medeniyet, Avrupalılaşma bu olmamalıydı. Her şey iktidar için, her şey riyakârca. Hadi kendinize gelin biraz.”

Biraz dik başlı ama neşeli ve iyimser. Onu sevmek için nedene bile ihtiyacınız yok. Yaşanmışlık fışkırıyor gözlerinden. Dile kolay 97 yaşında. Çocuklar, arkadaşlar, hocalar, meslektaşlar, sevgililer, torunlar... İnsanlarla dolu bir dünyada asırlık bir ömrü anlatması elbette zor... Hafızası zehir gibi ama yalnızca istediklerini anlatıyor.

Reklam Goruntulenme Bolumu

Konuşurken dikkatsizliği affetmiyor, hemen yakalayıveriyor. Tecrübenin satın alınamayacağının yaşayan bir kanıtı. Konuşurken çok şeyden bahsettiği için biraz da kafa karıştırıyor. Ama söyledikleri bir yandan da çok berrak. Türkiye’deki değişimin şahidi, buna şaşırmıyor. Kurtuluş Savaşı ve sonrasında Türkiye’de kadın olmanın onurunu, gururunu taşıyor. Hatta o zaman kadın mimar olmanın daha kolay olduğunu düşünüyor. İyimserliği hayatının pusulası olmuş. Çünkü hatırladıkları arasında hiç kötü anısı yok. Tamam güzel de kim bu kadın ve hikâyesi ne ya da nereden başlamalı?

Makbule Yalkılday ya da kızlık soyadı ile Makbule Yurtaçan, 1914 İstanbul doğumlu. Dedim ya şu an 97 yaşında. Ben sormadan başlıyor söze “Tüm kıyamet şu, Türkiye’nin ilk kadın mimarı benim, var mı itirazın? Ha benimle birlikte birkaç isim daha var, hepsi de dostlarım. Ne gariptir değil mi kadınlar yaşını bilir ama söylemek istemez, söylemez. Sakın sorma sen de bana. İşte bu da bizim zaafımız”. Fatih’te hatırlıyor çocukluğunu, İsmailağa Camisi’nin ilk halini anımsıyor. Kader ya işte, sonra o camiyi restore edeceğini nasıl bilsin! Sultanselim, Eyüp çocukluğunu geçirdiği yerler, “Eski İstanbul” diyor, “başka bir dünyaydı. Yokuşlu yollarını sevdiğim şehir”. Sonra bir anda İstanbul Kız Lisesi günlerine gidiyoruz, “Her yeri geziyorduk lise yıllarında, İstanbul kazan biz kepçe. Babam ticaretle uğraşıyordu, annem ev hanımı. Çocuk bakmaktan başka bir şey bilmezdi. Çok kardeştik zira, beş kardeş...”

Şimdi de üniversite yılları.... Yalkılday tıbbı sevmediği, sevemediğini söylüyor. Çocukluğunu erkek çocuklarıyla geçirdiğini ve yarı erkek terbiyesiyle büyüdüğünü anlatıyor. Belki de o yüzden tıp yerine rotasını güzel sanatlar akademisine çeviriyor. Küçük kız kardeşinin de ısrarı ile mimarlık okuyor. O an biraz gözleri buğulanıyor ve mezuniyet projesini verdiği güne gidiyor. 10 Kasım 1938... Bitirme projesi için okulda koştururken Dolmabahçe’yi gören öğrencilerin feryadını duyduğunu hatırlıyor. “Feryat vardı çünkü bayrakların yarıya indiğini ilk görenlerdi onlar. Mustafa Kemal’in ölüm haberi benim mezuniyetimdi.”

‘Camileri restore eden bir kadın!’

“Mezuniyet sonrası defterdarlığa aldılar beni. Acayip bir yerdi orası. Dürüst birini arıyorlardı ama bizim meslek de oynak. Yok ki düzgün adam! Benim giriş o giriş, zaten oradan da emekli oldum. Böyle bir ömür bitti işte. Deftarlıkta itibar gördüm, maliye müfettişleriyle birlikteydim. Öyle ki beni paylaşamıyorlardı, teminat gösterdikleri yerlere birlikte gidiyorduk. Ben binaların bedellerini belirliyor ve raporlarını yazıyordum.” Hiç mi zorluk çekmedi? Cumhuriyetin ilk yıllarında kadın bir mimar olarak neler yaşadı kim bilir diye soruyorum. Tuhaf karşılıyor beni. Yalkılday biraz da kızarak “Kadın olarak hiç zorluk çekmedim ama sen de haklısın. Sanırım şimdi bu işler daha zor. O dönemlerde dürüstlüğe çok inanırdık, namazımızdaydık. Haramdan korkardık. Ama şimdiki gibi molla hiç değildik. İsmailağa Camisi bir dönem harabeydi, orayı ben restore ettim. Bir kadın mimar olarak bir camiyi restore ettim düşünsene? Cami restorasyonu için bana gelirlerdi hep. Sayısını ben bile unuttum.”

Bugüne tutunmak zor!

“Bir gün hatırlıyorum da Cağaloğlu yokuşundan iniyordum, bir müteahhit arabasıyla geçerken kornaya bastı, selam verdi ama öyle bir tavırdı ki bu ‘sen bu kafayla daha çok yaya gidersin” diyordu aklınca bana ama işte ben bu kafayla bu yaşıma geldim. Vicdanım rahat ve huzurluyum. Tek sıkıntım hayatım boyunca İstanbul’dan öteye pek geçememem oldu. Tam göremedim memleketi. Bu yaştan sonra imkânsız değil belki ama zor.” Makbule Yalkılday bir asırlık hayatını öyle kısa ve net yerlerden tutup anlatıyor ki “hayat gerçekten kısa” hissine kapılıyor insan dinlerken. Ama sanmayın ki bu bir umutsuzluk, öyle dolu dolu yaşamış ki o, işi artık espriye vuruyor “Nasıl ve ne arada geçti 97 yıl? Hiç fark etmemişim.” Başta dedim ya olsa da acı anıları, olsa da hesaplaşamadığı şeyler fazla dönmüyor onlara. Belki ağırlığından belki de önemsemediğinden kim bilir? Bildiği gibi devam ediyor anlatmaya, “Bizim zamanımızda ailede herkes, tabii işi bilen herkes, elbiselerini, tayyörlerini kendi dikerdi. Mesela ben hiç hazır elbise almadım, öyle gördüm. Çünkü ben dikerdim, biz dikerdik. Sonra bir şapka kalıbım vardı, ona göre şapka ve bere hazırlardım kendime. Emek göstermek, bunlara zaman ayırmak hayatı tatlandıran ayrıntılarıydı. Hanımlık kadınlıktı o günlerde.

Şimdi bakıyorum da hemen geçiyor her şey önümden. Bugüne tutunmak zor o yüzden.”

Tek rüşvetim bir sepet erikti!

Makbule Yalkılday, İstanbul’da pek çok camiyi restore etmiş. Üsküdar’ın tepesinde, Sultantepe de bir camiyi kendi yapmış. “Cami çizen bir mimar hanım var” demelerinin çok keyif verdiğini söylüyor. “Canıma minnetti cami çizmek, çünkü severim ben camileri. Üsküdar’da bir camiyi temelden çizmiştim ama İstanbul’un pek çok camisine elim değmiştir. Hatta unuttum zamanı ve yeri ama bir camiyi restore ederken imam bana bahçeden bir sepet erik yollamıştı teşekkür için. İşte sanırım benim tek rüşvetim o tadı unutulmaz erik olmuştu! Geçenlerde bir camiye gittik, benim çok önceden restore ettiğim bir camiydi bu. İçeride tarikat vardı sanırım. Korumalar, güvenlikler bilmem ne? Yadırgadım çok. Ben şeyh, şıh istemiyordum ki ben bir din adamı arıyordum, hani bilge olanlarından.”

Mustafa Kemal ile aynı havayı soluduğum için şanslıyım

Ekmek karneleri, karartma günleri, iki dünya savaşı, darbeler, şiddet dolu bir Türkiye tarihi. Yalkılday bunlardan payına düşenleri kendine saklıyor ama 1. Dünya Savaşı’nda evlerinin yakınındaki kahveye gelen ihtiyarların tedirgin sohbetlerinden zihnine kazınanları çok iyi hatırlıyor; “Tahta bastonların tıkırtısı arasından gelirdi sesleri ‘bugün düşman nereye girdi?, hangi şehir düştü’ Hep korkardım bunları duyunca, hemen uyumak isterdim. Ama Dolmabahçe’deki bayrak yarıya inene kadar hiç cesaretimi kırmadı. Şimdi bakıyorum da Mustafa Kemal ile aynı şehirde, aynı havayı solumak, o dönemden payıma düşeni almak büyük şansmış”.

Sonunda “Avrupalılaştık”

“Eski coşku, eski heyecan kalmadı artık bu toprakların insanlarında. Bana kalırsa aileler cahil. Çocuklarına bir şey anlatmıyorlar. Zaten çocuklar da okuyup, araştırıp öğrenmenin peşinden gitmiyor. Rüzgâr nereye onlar oraya. Bu dönüşümü görmek keyif vermiyor açıkçası. Bir yandan her düşüncenin sınırında fanatikleşirken öbür yandan da Avrupalılaştık. Yıllardır istediğimiz de bu değil miydi?” İşte böyle sonlandırıyor sohbetimizi Makbule Yalkılday. Çok soru sormadan, onu da fazla yormadan, içinden geldiği gibi anlattıklarından kâğıda dökülenler bunlar. Elbette yazmadıklarımız, yazamadıklarımız da var. Bırakın onlar da bize kalsın. Yalkılday bir daha kanıtlıyor görünenle, gerçeğin farklı olduğunu. Hem, yaşlanmak mı, o da ne? Bizim içimiz şimdiden geçmiş. Rakamlarla yaşanmıyor hayat sonuçta. Yaşın ne önemi var hem? Nasıl olsa biz onu, o bizi tüketiyor. Zaten o da konuşurken hep uzaklara bakıyor gibi. Ya beklediği var ya da onu bekleyenler. Sessiz bir anlaşma bu belli ki.

Dile kolay 97 yıl...