Anadolu coğrafyasının İstanbul'a varış noktası olarak nitelenen Haydarpaşa Garı, kendi çevresini de içine alan ve yaklaşık 1.000.000 m2'lik alanı kapsayan 'Dünya Ticaret Merkezi ve Kruvaziyer Liman' adı altında yapılaşmaya açılıyor. Basına yansıdığı kadarıyla, inşa edilecek yedi adet gökdelen, turizm, kongre, iş ve kültür merkezi gibi birimleri kapsarken, Haydarpaşa Garı otel, Kadıköy ve Harem'i de içine alan sahil kesimi yat limanı ve marinaya dönüşüyor. Gerçekleştirilmek istenen proje, İstanbul'un son 25 yıllık kentleşme tarihinde yaşanacak en ağır mekânsal dönüşümü öngörüyor. 17.09.2004 tarihli ve 5234 sayılı kanunun geçici 5. maddesiyle, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kadıköy Belediyesi'yle Üsküdar Belediyesi'ni devre dışı bırakarak, bölge ile ilgili her ölçekte imar planı yapmaya, yaptırmaya, değiştirmeye, re'sen onaylamaya ve ruhsat vermeye Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nı yetkili kılıp, kesinleşen planların uygulanması zorunludur hükmüyle projeyi gerçekleştirmek isteniyor.
İstanbul coğrafyası kuşkusuz bu tür müdahalelerle ilk defa karşılaşmıyor, fakat gerçekleştirilmeye çalışılan proje büyüklüğü ve kapsadığı alan ile bir ilk olma özelliği taşıyor. Bu özellik onu, toplumsal gerçeklikle ilişkilendirirken, farklı bir bütünsellikle ele almayı zorunlu kılıyor. Buradaki 'bütünlük' kavramı, toplumsal olguların ve gerçeklerin ilişkilenmiş biraradalığını ifade ediyor. Bütünün kendisini var eden parçalarla ve parçaların kendi aralarında kurdukları ilişkilerle birlikte oluşan toplumsal gerçeklik, kentsel yapılı çevreye yapılan müdahalelerin çözümlemesini, sadece 'yer'in ontolojik özelliklerinden hareketle yapabilme rahatlığını da ortadan kaldırıyor. Kent coğrafyasının, 'yer'in ontolojik özelliklerinden hareketle kavranışı, onu ait olduğu toplumsal ilişkiler sisteminden kopartıp, tarihsel, kültürel, doğal ve hatta etnik özellikleriyle değerlendirmeye tabi tutuyor. Örneğin, Suudi prense satılan Sevda Tepesi, Mısırlı Yalısı'nın bahçesi ve koruluk alan olma özelliği ile gündeme gelirken, Park Otel ve Gökkafes'e muhalefetin merkezinde, İstanbul'un bozulan silueti yer alıyor. 1.000.000 m2 alan söz konusu olduğunda ise yerin kendisine ait özellikler iyice silikleşirken, dönüşümü değerlendirmek başka bir kavramsal çerçeveyi zorunlu kılıyor.
Küresel pazar
Bu çerçeve, yapılı çevrenin dönüşümünü, kapitalist sermaye birikimi ile ilişkilendirip, onu içinde barındırdığı siyasallaşmayla birlikte kavramaktır. Kapitalizm, son 30 yılda biriktirdiği krizini, kendisini var eden hegemonik ilişkileri 'küreselleşme' adı ile mikro ölçekten makro ölçeğe kadar yeniden tanımlayarak aşmak istiyor. Azgelişmiş ülke ekonomileri, yapısal uyum programları aracılığı ile uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, pazar haline getiriliyor. Küresel pazarda yer bulabilmek, küresel rekabeti artırabilmek ve yabancı sermayeyi ülkeye çekmek kamu hizmetlerinden ve sosyal devlet politikalarından vazgeçmeyi gerektiriyor. Kalkınma ve kamu yararı kavramlarının yerini yükselen piyasalar alıyor. Borsa-faiz-kur üçgeni toplumsal yaşamın merkezine yerleşiyor ve bu noktadan sonra küreselleşme, kapitalizmin kendi nesnelliğinin zorlamasıyla birlikte, onun sahibi sınıfın öznel tercihleriyle yüklü ideolojik bir saldırıya dönüşüyor. Küresel sermayeye eklemlenme amacıyla gerçekleştirilen dönüşümler, sadece üretim alanıyla sınırlı kalmayıp toplumsal yaşama ve kent coğrafyasına da sıçrıyor. Küreselleşme ideolojisinin azgelişmiş ülkelere dayattığı planlı projesinin ayakları üretim alanında, 'post-fordizm', kültürel alanda 'post-modernizm', kentsel alanda 'yarışan yerellikler' ve 'küresel kentler ağı' olarak şekilleniyor. Yarışan yerellikler kuramı, kapitalizmin eşitsiz gelişimine uğramış mekânsal birimlerinin, sermayenin kârlılığını artıracak şekilde yeniden yapılanmasını öngörüyor. Yeniden yapılanma sürecine giren coğrafyalar ikili bir değişime uğruyor. İlki, tekrar ilk paragrafa dönersek, mekânın 'ontolojisi', yer olma özellikleri tamamen ortadan kalkıyor, tarihselliğinden, yaşanmışlığından ve kullanım değerinden soyutlanan mekân, sadece değişimin nesnesi haline gelip kârlılığı maksimize etmenin aracına dönüşüyor. Diğer değişim, söz konusu yerellikteki artı değer sömürüsünün de maksimuma çıkarılmasını, yani, işçi ücretlerinin sermayenin o mekânı tercih etmesini gerektirecek kadar düşük tutulması sayesinde gerçekleşiyor. Diğer yandan, mekânda aniden yoğunlaşan sermaye de eşitsizlikleri körükleyici bir etki yapıyor. Küresel sermayenin isteklerine cevap veren herhangi bir yerellik, bir başka yerelin ortaya çıkıp çıtayı yükseltmesine kadar gündemde kalıyor. Peki tüm bunlardan sonra ne oluyor? Küreselleşme ideologlarının öngördüğü şekilde, kentsel çevreye yapılan yabancı sermaye yatırımı kalkınmanın bir aracı olup verimliliği artırıyor mu? Siyasal iktisadın tanımlarıyla kesinlikle hayır. Çünkü kalkınma, işgücünün verimliliğinin artması, bunun için de çok yüksek düzeyde üretim araçları kütlesinin kullanılması gerekiyor. Diğer ifade ile yatırımın, ticaret ve finans sektöründen çok sanayi sektörüne yapılması gerekiyor. Peki sanayi sektörüne yapılan yatırım sonucu elde edilen gelirin, mekân gelişmesinde oynadığı rol nasıl ortaya çıkıyor? İşte buradaki ayraç, siyasi öznenin üretim sonucu oluşan katma değeri nerede, nasıl ve kimin için kullanacağı konusunda vereceği karar oluyor. Bilinen ise şu; katma değerin üretildiği coğrafi mekânlar değil, kullanıldığı mekânlar gelişiyor ve değişime uğruyor.