Türk hükümeti Hasankeyf’i yok etme kararlılığını en yetkili ağzından tasavvur edilmesi de kabul edilmesi de güç bir üslupla bir kez daha ilan etti. Kullanılan üslubun ölçüsüzlüğü, kullanan kişinin Türkiye’yi yönetme tarzı ve üslubuyla birlikte düşünüldüğünde çok da şaşırtıcı gelmemesine rağmen, bu derece ölçüsüz ve ağır bir üslup karşısında sessiz kalmamak gereği vardır. Başbakan, Hasankeyf’in yok edilmesine karşı çıkanları terör örgütü üyesi ve yandaşları olarak itham ederken, “denize nazır bir Hasankeyf” vaadiyle baraj kurulması konusundaki kararlılığını yineliyordu. Bunu söylerken de Hasankeyf’in taşınacağı aldatmacasının ardına sığınıyor, Hasankeyf’in yok olmayacağını ileri sürüyordu. Hasankeyf’in taşınamayacağı, ancak yok edilebileceği gerçeği bölgeyi ziyaret eden herkesin üzerinde en ufak kuşkuya yer kalmadan uzlaşabileceği bir konu. Zira bir dağın, kendini oluşturan kaya kültürü, mağaraları, yerleşim biçimi ve antik kalıntılarıyla taşınabilmesi, siteyi yakın zamanda ziyaret eden biri olarak bana hiç mümkün görünmedi. Aynı gözlem, konunun uzmanları tarafından da dile getirilmektedir zaten.
Hasankeyf’le ilgili tartışmaları, medya kanalıyla izlememe rağmen ancak kısa bir süre önce burayı ziyaret edebilme şansı buldum. Hasankeyf’e vardığımda önce burayı karşıdan gören ve bu amaçla oluşturulmuş alana arabamı park ettim ve park eder etmez, üç küçük çocuk tarafından sıcak bir hoş geldinle karşılandım. Çocuklar, Hasankeyf’i kendileriyle beraber ziyaret etmemi önerdiklerinde, önce tereddüt ettim; sonra ısrarlarına dayanamayıp kendimi onlara teslim ederek, onların rehberliğinde siteyi beraber dolaşma tekliflerini kabul ettim.
Hasankeyf bende öncelikle yakın bir zaman önce izlediğim İranlı genç yönetmen Hana Makmelbaf’ın Afganistan’da çektiği o çok samimi ve sıcak “Utanç” (Buddha Collapsed Out of Shame) adlı filmini çağrıştırdı. Zihnim, filmde gördüğüm ve etkilendiğim o çarpıcı görüntülerle, Hasankeyf arasında kendiliğinden bir ilişki kurdu. Aynı şekilde, izlediğim filmde de yer alan, iki binli yılların başında Afganistan’daki Taliban yönetimi tarafından dinamitlenerek çökertilen görkemli Buddha statüsünün o utanç verici görüntüleri de zihnimden aktı gitti. Hasankeyf de Buddha gibi utancından yok olacak mıydı? Mezopotamya’nın binlerce yıllık tarihinin tanığı olan, hala insanların yaşadığı, bölgenin bu en eski, en özgün yapısı bir baraja ve adı bölgesel kalkınma projesi (!) denilen bir uygulamaya kurban edilecek miydi?
Hasankeyf’in yok olacağı düşüncesi bende, Buddha’nın o heybetli gövdesinin dinamitlenerek yok edilişinin ve bunun karşısında uygar dünyanın mutlak bir çaresizlik içindeki canlı tanıklığının yaşattığı utanç duygularının tekrar canlanmasını tetikledi. Yıllar önce Buddha’nın yok edilişini izlerken yoğun olarak yaşadığım utanç ve suçluluk duygusu, Hasankeyf’in büyük ölçüde Dicle’nin suları altında yok olup gideceğini bilmem dolayısıyla tekrar nüksetti. Buddha’nın yıkılışı anında yaşadığım utanç, keder ve öfke karışımı duygular bütün ziyaretim boyunca bana eşlik etti. Evet, zihnim, Buddha’nın yıkılışı ve “Utanç” filminden yansıyan görüntülerle Hasankeyf arasında kendiliğinden bağlantılar kurdu.
Barajı savunan ve yapımında ısrar eden düşünce, barajın bölgesel kalkınmayı sağlayacağı argümanını öne sürüyor. Oysaki bu savunulan geleneksel bölgesel gelişme modeli, uygulandığı bölge insanlarının tercihlerini dikkate almayan, bölgenin tarihsel ve kültürel birikimini tehdit eden, ekolojik dengesini geri dönüşsüz biçimde değiştiren ve ekosistemini yok eden, dolayısıyla da sürdürebilir olmayan, savunulması güç ve mekanik bir model. Bu projeyle, Hasankeyf’le birlikte bölgenin bütün zengin, özellikli ve özgün tarihi dokusunun büyük oranda tahrip ve yok olacağı öngörülmektedir. Her şeyden önce yapılması planlanan Ilısu barajı enerji odaklı bir proje, yani bölgesel kalkınmaya katkısı sınırlı olabilecek bir proje.
Diğer yandan, barajlarla kalkınmak mümkün olabilseydi eğer, Keban’ın içinde yer aldığı bölgenin Türkiye’nin en gelişmiş bölgelerinden biri olması gerekirdi. Bu proje, bölgesel kalkınmadan çok ülkenin artan enerji ihtiyacını karşılamaya dönük olarak tasarlanmış olsa gerektir. Enerji üretimi günümüz Türkiye’sinin yaşamsal sorunlarından biri olmasına rağmen, bu sorun bugüne ilişkin bir sorun; uzak olmayan bir gelecekte teknolojik ve bilimsel gelişmeler sonucunda bu soruna daha makul ve kabul edilebilir çözümlerin oluşması son derece muhtemel ve beklenebilir bir durum. Ancak ikinci bir Hasankeyf yok ve yok edildiğinde bir daha geri dönmesi mümkün değil. Buna karşın, Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi’nin baraja karşı argümanları son derece yerinde ve güçlü argümanlar. Burada yalnızca şu kadarını belirtmek gerekir ki, kalkınma adına bu bölgeye dönük birçok küçük, etkili ve sürdürülebilir kalkınma projeleri geliştirilebilir ve bunların bölgesel kalkınmaya etkisinin barajın yaratacağı etkiden çok daha fazla olacağı öngörülebilir.
Küçük rehberlerim tek başına dolaştığımda keşfedemeyeceğim bazı küçük detayları da bölgenin büyük tarihi ile birlikte, ciddi bir profesyonellikle bana aktardılar ve zamanımın kısıtlı olması sebebiyle, bu kısa ziyaretimdeki en isabetli kararımın onların rehberlik tekliflerini kabul etmek olduğunu kavradım. Lider rehberim bana içinde insanların yaşadığı yapıların çatılarında, pencere çevrelerinde ve kapılarında kullanılan mavi rengin anlamını sorduğunda, o ana kadar bunu fark etmediğime şaşırdım. Bu soru üzerine, mavi rengin kafelerde bulunan masa ve sandalyelerde kullanılan ahşabın da rengi olduğunu fark ettim.
Rehberime göre, mavi renk akreplerden korunmanın bir yöntemiymiş. Akrepler maviyi kırmızı, kırmızıyı mavi olarak görürlermiş. Maviyi kırmızı olarak gördüklerinden, maviyi görünce ya geri çekilirlermiş ya da kendilerini sokarak yok ederlermiş. Barajla birlikte belki “denize nazır” çay içilebilecek, ancak bu Hasankeyf’siz, dolayısıyla keyifsiz bir deniz olacaktır. İnsanları akreplerden koruyan mavi renk, bakalım bu kez Hasankeyf’i insanlardan koruyabilecek mi?