Haliç Tersaneleri’nde Kırmızı Çizgi!



Haliç’teki tersanelerin 600 yıla yakın bir geçmişinin olması bize bugün bazı mesajlar veriyor. Her şeyden önce, İstanbul kentinin ve Osmanlı’nın yaklaşık 600 yıl önceki koşullarında tersanelerin Haliç kıyısında inşa edildiğini, bunun koşullardan bağımsız, kadim bir yer seçimi olarak anlaşılmaması gerektiğini söylüyor.

Bu koşulları uzun uzadıya tartışmayalım ama bir iki küçük noktanın altını çizelim. Demiryolu ve karayolu ulaşımının söz konusu olmadığı bir dönemde, Osmanlı tarafından yeni fethedilmiş olan İstanbul’da, donanmaya gemi üretimi için en güvenli ve erişilebilir yerin Haliç olduğuna kuşku yok. Nitekim ulaşım alternatifsizliği nedeniyle 1950’li yıllara kadar Haliç’in pek çok sanayi kolu için cazip bir yer olduğu da biliniyor. Yani Haliç’in tersaneler ile birlikte yoğun bir endüstri bölgesi olarak gelişmesinde hayli kuvvetli tarihsel nedenler var.

Haliç’te tersane olur mu?

Ancak bu tarihsel nedenler, hem demiryolunun endüstriyel taşımacılıkta etkin kullanımı hem de şimdilerde D-100 denilen eski E-5 karayolunun inşa edilmesiyle birlikte ortadan kalktı. Bu iki ulaşım sistemi, tersaneler ve benzeri sanayi tesisleri için Haliç’in tartışılmaz üstünlüğünü hükümsüz kıldı. Bunlara 1970’li yıllarda Boğaziçi Köprüsü’nün de eklenmesiyle birlikte, D-100 karayoluna dayalı endüstriyel taşımacılığın yeni endüstri yer seçimindeki etkileri açık hale geldi. Bu sürecin son güçlü halkası, 1980’li yılların TEM otoyolu, FSM Köprüsü ve bu eksendeki organize sanayi bölgeleri oldu. Dolayısıyla İstanbul’un sanayi coğrafyası 1950’li yıllara göre köklü bir değişim yaşadı.

Bugün rasyonel yer seçim kriterleri açısından Haliç’in uygun bir endüstriyel üretim alanı olduğunu ileri sürmek mümkün değil. Aynı şekilde, tersaneler için yapılacak hiçbir rasyonel yer seçim etüdünde Haliç’in akla gelmesi beklenemez. O bakımdan, Haliç’e yapılan köprünün açılamıyor olmasını tersanelerin faaliyetini durdurmasına gerekçe olarak göstermek ve bütün faturayı köprüdeki teknik sorunlara kesmek çare değil.

Belli ki, Haliç Tersaneleri artık tersane işleviyle yoluna devam edemeyecek, yeniden işlevlendirilmesi gerekecek. Yeniden işlevlendirmenin şifreleri de aslında belli. 600 yıllık tarihe kök salan bir endüstri mirası nasıl bir güncel işlev kazanmalı sorusunun cevabı aranınca bu şifrelere de ulaşılmış oluyor.

Hem tarihî sit alanı hem de nitelikli bir endüstri mirası söz konusu olunca, bu alan ve üzerindeki yapı gruplarının kamusal kullanımının amaçlanması, böylelikle genel erişime açık tutulması gerektiğinden hiç kuşku yok. Başka bir deyişle, bu nitelikteki kültürel miras alanlarında “konut dokunulmazlığı” yönü güçlü olan özel kullanımlar yerine, genel kullanıma açık kamusal işlevlerin baskın olması beklenir.

Buradaki “kamusal” vurgusu, mülkiyetin ille de kamu kurumları elinde olması gerektiğini ifade etmez. Kullanım şekli toplumun yararlanmasını güvence altına aldığı sürece, her türlü yeniden işlevlendirme ve mülkiyet biçimi kabul edilebilir. Ancak bu tür kamusal kullanım alanlarında mülkiyetin de kamuda olması kuşkusuz ki daha anlamlı olur.

Kamusallık nasıl sağlanacak?

İmar mevzuatımızda bu tür kamusal kullanımların karşılığı “umumi bina” olarak tanımlanıyor. Yani kullanım şekli açısından “umuma ait yapılar”… Bu gruba giren binalar ve alanlarda şu işlevler yer alabiliyor: Kamu hizmeti için kullanılan resmî binalar, ibadet yerleri, özel eğitim ve sağlık tesisleri, sinema, tiyatro, opera, müze, kütüphane, konferans salonu, eğlence yapıları, otel, özel yurt, iş hanı, büro, pasaj, çarşı, spor ve otopark yapıları.

Buradaki otel ve yurt gibi “konut dokunulmazlığı” içeren işlevler ve resmî binaları bir kenara bırakırsak, ticari kullanımlarla desteklenen kültürel ağırlıklı bir kullanım şeklinin, tarihi sit alanındaki endüstri mirasına kamusal erişim için en uygun çözüm olacağı açık. Yani böyle bir işlevlendirme, hem endüstri mirasının korunması için gerekli ekonomik altyapıyı oluşturabilir, hem de toplumun yararlanmasına açık kamusal kullanımı mümkün kılabilir.

Bugünkü projede neler var?

Her şeyden önce, Haliç Tersaneleri’ne yap-işlet-devret modeliyle yaklaşılmış olması epey sakıncalı. Çünkü ilk 4 yılda yapılacak işlerin 45 yıl işletilmesiyle yükleniciye kayda değer bir kazanç sağlanması öngörülmüş oluyor. Bu da kültürel odaklı kamusal kullanımlardan sapılmasına yol açıyor. Sonuçta işletme performansı yüksek olan otel, ofis, çarşı gibi işlevler öne çıkıyor.

Haliç Tersaneleri’nin ihalesiyle ilgili haberlerden anlaşıldığına göre, kongre ve kültür merkezleriyle ticaret ve eğlence tesislerinin yanı sıra, yat limanı ve iki adet 5 yıldızlı otel yapımının da amaçlandığı görülüyor.

Burada endüstri mirasının genel erişime açık kamusal kullanımını öne çıkaran bir sergileme faaliyetinin öngörülmediği apaçık ortada. Sütlüce Mezbahasındaki “kongre ve kültür merkezi” modelinin Haliç Tersaneleri’nde de yürürlüğe konulmak istendiği, hatta bu sefer işletmeciye ekonomik avantajlar sağlandığı anlaşılıyor.

Bu tür bir “kongre ve kültür merkezi” yaklaşımı, Haliç’teki endüstri mirası kimliğine uygun bir kamusal erişim olanağı sağlamıyor. Bu ne demek diye soranlara şöyle bir yanıt verilebilir: Buraya gidenler tarihî bir tersanede sözgelimi fotoğrafçılık deneyimi yaşayamıyorlarsa, endüstri mirası kimliğine aykırı bir işlev seçilmiş demektir. Kongre ve kültür merkezlerinin bu tür bir sergilemeyi kolaylaştırmadığı biliniyor.

Kaldı ki, otel ve yat limanı, doğası gereği “konut dokunulmazlığı” gerektirdiğinden, endüstri mirasına kamusal erişimin sağlanmasını büsbütün engelliyor. Dolayısıyla bu işlevlerle birlikte Haliç Tersaneleri’nin kamusal niteliği ortadan kaldırılmış oluyor.

Haliç Tersaneleri için kırmızı çizgimiz, endüstri mirasının sergilenmesini öne çıkaran kamusal/kültürel ağırlıklı bir işlevlendirme olmalı. Bu yeni işlevlerin, “konut dokunulmazlığı” olmayan “umuma ait binalar” içeriğini karşılaması sağlanmalı.

Bu çizgilerin dışına çıkan her türlü yatırım ve proje faaliyetinin kamuoyunda tepkiyle karşılaşması şaşırtıcı olmamalı.

Reklam Goruntulenme Bolumu