Amerikalı ünlü fotoğrafçı Alex Webb, uzun süredir İstanbul’un ara sokaklarında dolaşıyor. Her mekânı kendi yaklaşımıyla yansıtan Magnum Ajans’ın fotoğrafçısı, İstanbul’a ve burada yaşanan hayata dair karelerini, 2007 sonbaharında ‘İstanbul’ adıyla kitaplaştıracak. Geçtiğimiz hafta Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin düzenlediği ‘’Oryantalizm ve Fotoğraf: Batı Doğu’nun Fotoğrafını Çekiyor’’ konferansı için Türkiye’ye gelen Alex Webb, programın ardından soluğu yine İstanbul’da aldı. Biz de usta fotoğrafçıyla İstanbul projesi ve Batılı bir fotoğrafçının Doğu’yu fotoğraflarıyla anlatma serüvenini konuştuk.
Uzun süredir Türkiye’ye geliyor ve İstanbul fotoğrafları çekiyorsunuz, projeye nasıl başladınız?
1998 yılında bir foto-röportaj çalışması için Türkiye’ye geldim. Urfa, Ankara, İstanbul ve Bursa’yı fotoğrafladım ve gezdiğim yerlerden gerçekten çok etkilendim. Daha önceki çalışmalarımda Meksika-Amerika sınırının fotoğraflarını çekmiştim. Genelde Latin Amerika ülkelerinde; Panama, Küba, Dominik Cumhuriyeti’ndeki kültürel çatışmayı fotoğrafladım. Birbirinden farklı iki kültür arasındaki çatışma, her zaman dikkatimi çekmiştir. Bu çalışmalarımın yanında İstanbul’un özel bir durumu var. Doğu ile Batı arasında olması benim için önemli. İstanbul’da, İslâmî ile laik olan, modernle klasik bir arada. Kültürel çatışmanın yarattığı bir enerji var burada ve bundan çok etkileniyorum.
İstanbul’u tercih etmenizde şehrin son dönemlerde artan popülaritesinin etkisi var mı?
İstanbul ile ilgili basında çıkan haberler bir şekilde gözüme çarpmış olabilir; ama asıl neden tabii ki bu değil. Benim kendi özel tercihlerim var.
Projenize başladığınız günden bu yana İstanbul’un sosyal hayatında neler değişti?
İlk defa İstanbul’a 1998’de geldim. 2001’de üç, 2003’te iki defa daha geldim. Her yıl iki-üç kez geliyorum. 2001’de geldiğimde ekonomik hayat daha zordu, şimdi nispeten daha iyi.
İstanbul adeta içinde farklı şehirleri barındırıyor; gecekondular, lüks villalar... Daha çok hangi İstanbul’un fotoğraflarını çekiyorsunuz?
Akılcı bir programım yok, genelde akışına bırakıyorum. Her zaman duygularla hareket ediyorum. Şehrin her tarafını göstermek gibi bir kaygım yok. Amacım fotoğraflarımla görsel ve duygusal bir atmosfer oluşturmak. Yeni yerleşim yerlerinin karakterini de takip ediyorum, tam şekillenmemiş burjuva da beni etkiliyor. Bir gün Fatih’in ara sokaklarında dolaşıyorum, diğer gün kendimi Taksim’de buluyorum.
New York’ta yaşıyorsunuz; fakat İstanbul’u fotoğraflayarak insanlara şehri anlatmaya çalışıyorsunuz. Bir Batılı olarak buradaki hayata yeterince nüfuz edebildiğinizi düşünüyor musunuz?
Her zaman yabancı olduğumu biliyorum. Bazı şeylerle duygusal olarak ilişki kurabiliyorum ve onları anlatabildiğime inanıyorum. Ama öyle şeyler var ki bir türlü anlayamıyorum, anlamam da gerekmiyor belki. Yaşadığım ve eğitim aldığım yer buradan çok farklı. Yaptığım her şeyde benim dünyaya bakışımın izleri var. Özellikle fotoğraflara kendi anlayışımı yansıtmaya çalışıyorum. Şüphesiz her coğrafyanın kendine ait bir kültürel yapısı var. Ben de işlerimde bunları yansıtmaya çalışıyorum.
Savaşta ilk öldürülen düşman, ‘gerçeklik’tir
Batı, Doğu’ya yaptıklarını yine kendi gördüğü şekilde bütün dünyaya aktarıyor. Siz Amerikalı bir fotoğrafçı olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maalesef tarih her zaman zaferi kazananlar tarafından yazılır. Vietnam Savaşı, basın fotoğrafçılığının kendini en özgür ifade ettiği dönem oldu. Vietnam’da Amerikalılar yenildiler ve o zaman basın bunu muazzam bir şekilde yansıttı. Basın fotoğrafçılığının parlak çağıydı Vietnam. Bu tecrübenin acısından sonra Amerika giderek basını daha çok kontrol etmeye başladı. Maalesef basın her zaman büyük güçler tarafından kullanılmıştır. Basın mensupları, istedikleri kadar iyi niyetleriyle yansıtmaya çalışsınlar, basın tekelleri yine diledikleri gibi göstermek istediklerini halka sunacaktır. Mesela 1994’te Amerika’nın Haiti’yi işgalinde ilginç bir şekilde hükümet basın mensuplarına fotoğraf çekebilmeleri için bütün kolaylıkları sağladı. Biliyorlardı ki çok az direniş olacak ve kolaylıkla zafer kazanacaklar. Bu zaferin rahatça görüntülenmesine izin verdiler. Öte yandan Panama’nın istilasında büyük bir direniş bekliyorlardı ve hiçbir basın mensubuna çekim izni vermediler. Gizlice çekenlerin filmlerine el koydular. Hatta bir İspanyol foto-muhabirini Amerikalılar öldürdü. Irak Savaşı’nda da aynı senaryo devam ediyor. Seçilen muhabirler, Amerikan ordusuna sempati duyuyor. Modern, uzun menzilli silahlarla saldırıldığında bombanın düştüğü yerde ne olup bittiğini zaten görmüyorlar. Bombanın atıldığı neşeli atmosferde çekilen fotoğraflar, haberlere yansıyor. Ne yaparsanız yapın, hiçbir ordu, basını tamamıyla kontrol altına alamaz. Savaş yapan tarafla basının arasındaki ilişki maalesef savaşın doğasından kaynaklanıyor. Bir deyim vardır, ‘Savaştaki ilk öldürülen düşman gerçekliktir.’ diye. İnsanlara doğru bilgiler ulaşmasın diye gerçekliği öldürürüz.