Prof. Dr. William Black şirket içi yolsuzluklarla mücadele
uzmanı bir hukukçu. İstanbul’da Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde
konusuyla ilgili bir konferans verdi. Dünyanın çeşitli bölgelerinden ve ABD’den
şirket içi yolsuzlukların nasıl yapıldığını söylerken kendi geliştirdiği
“güdümlü yolsuzluk” kavramı konusunda da çarpıcı anekdotlarını anlattı.
İstanbul’dan sonra Paris’e uçtu. Küresel ekonomik krizin etkileriyle ilgili bir
konferans verdi. Fransız Senatosu’nu krizle mücadelede uluslararası işbirliğinin
rolüyle ilgili bilgilendirdi. Prof. Black’i dinlerken bu yolsuzluk filmlerini
döne döne seyrettiğimi düşünüyordum.
- “Banka Soymanın En İyi
Yolu Banka Sahibi Olmaktır” isimli kitabı yazmaya sizi iten nedenler
neydi?
W.B. - 1980’ler ve 1990’larda ABD’de
yaşanan en kötü finans skandalından esinlendim. Özellikle ekonomistler bunun
neden patlak verdiğini anlayamamışlardı. Bunu fazla risk almaya ya da kötü
kadere bağlıyorlardı. Ben ve benim gibi düşünenler ise buna “otopsi krizi”
ismini takmıştık. Bu tabii ki bir teşbihti. Banka batmasının nedenlerini
dikkatle araştırdık. Sonunda bunun nedenini bulduk. İş yatırım kuruluşunun
başındakine bağlıydı. Yani yatırım kuruluşunun murahhas üyesi şirketin içini
boşaltmıştı. Bu çok tehlikeliydi. Çünkü dış görünüşte şirket son derece yasal
işler yapıyordu.
Öyle mafya türü işler ön planda görünmüyordu.
Dolayısıyla da insanlara güven duygusu telkin ediliyordu. Bu işleri yapanların
uyguladıkları tek tip bir yöntem vardı. Bir kere şirketin varlıkları balon gibi
şişirilecekti. İkinci olarak da mudilere kısa vadeli çok yüksek faizler
ödenecekti. İlginç olan ortada hiçbir paranın dönmemesiydi.
Finans skandalları
- Yani ABD’de son
patlak veren finans skandallarında Lehman Brothers ya da Goldman Sachs gibi
kuruluşlar mı?
W.B. - Evet. Hepsi kitabına
uygun işler yapıyordu. Kriz patlak verene kadar şöhretleri de çok
iyiydi.
- Benzer filmleri Türkiye’de görmedik
mi?
W.B. - Ne yazık ki bugün bu filmlerin
aynısını onlarca ülkede görüyoruz. Şirketlerin en tepe noktalarındaki insanlar
bu işleri idare ediyor. Onlar istediklerini yapıyorlar. Çünkü yatırımcı onlara
güveniyor. Ama onlar bu güvene ihanet ediyorlar.
Dürüst rekabet
ortadan kalktı
- İyi de, yatırımcı onlara güvenlerini
kaybederse ne olacak?
W.B. - Meseleyi iyi
kavradınız. En tehlikelisi de bu zaten. Son derece düzgün, yasal görünen
kurumlar bu yüzden güven kaybına uğruyor, bir gecede batabiliyorlar. Lehman
Brothers ve Goldman Sachs örneğini verdiniz. Piyasalara en büyük zararları
verenler, bu kuruluşların başındaki kişiler oldu. Çünkü finans piyasalarına
güven kaybı ortaya çıktı.
İnsanlar, yatırımcılar bu kuruluşlara
güvenmeliler. Ama çok fazla güvendikleri zaman da kolay av haline geliyorlar.
Bakın, yatırımcı olarak bu kuruluşlardan birine gidiyorsunuz. Karşınıza son
derece iyi giyimli, nazik, ağzından bal akan biri çıkıyor. Size birtakım
sofistike finans modelleri sunuyorlar. Bu konuda düzgün yasal düzenlemeler
yapılmadığı sürece de bu saadet zinciri devam eder ve başka şirketler de onları
taklit ederler. Çünkü bu işlerde kârlar çok yüksektir.
Nobel ödülü
sahibi ekonomist George Akerlof, müşterinin sınırsız kâr vaatleri verilerek
nasıl aldatıldığını anlatır. Paraların yatırıldığı kâğıtlar battığı zaman da o
binlerce yatırımcı için ölüm demektir. İnsanlar paraları battığında gerçekten
ölüyor ya da hastalanıyor.
Melamin böbrek sorunlarına yol
açıyor
- Sadece bu örnekler mi? Bir de ürün kalitesi
konusunda tüketicinin aldatılması sonucu da insanlar ölüyor ya da sakat
kalmıyorlar mı?
W.B. - Ne yazık ki öyle. Çin’de
üretilen bebek mamalarını hatırlayın. Tüketici şikâyetleri üzerine bunlar
dikkatle tahlil edilince bunların bebek maması değil melamin katılarak
sulandırılmış talk olduğu ortaya çıktı. Melaminin katılmasının nedeni ise
protein düzeyini arttırıyor görünmesiydi. Bu mamaların sıfır besin değerine
sahip oldukları görüldü. Üstelik melamin böbrek sorunlarına yol açıyordu. Pek
çok bebek öldü, pek çoğu da hastanelik oldu. Bu piyasa sisteminin ne kadar
bozulabileceğinin bir göstergesidir.
- Bir de zehirli boyalarla
boyanmış oyuncaklar skandalı da ortaya çıkmıştı...
W.B.
- Evet. Boyalarda aşırı miktarda kurşun bulunmuştu. Bu oyuncaklar çok
ucuz olduğu için kapış kapış satılıyordu. Bu tür uygulamalar dürüst rekabeti
ortadan kaldırıyor. Bu da kapitalist sistemin yapabileceği en büyük kötülüktür.
Biz şimdi özel sektörden konuşuyoruz. Ama benzer olaylar kamu ya da
sivil toplum sektöründe de yaşanabiliyor. Size Türkiye’den bir örnek vereyim:
Türkiye’nin elinde son derece düzgün ve doğru binaların depreme dayanıklı
yapılabilmesi için yasalar ve yönetmelikler var. Türkiye’nin bu yasa ve
yönetmelikleri, deprem hattı üzerinde olan California’nınkilerden esinlenmiştir.
Ama ne yazık ki deprem tehlikesini göz ardı edip malzemeden çalınarak
yapılan binalar depreme dayanıklı olmuyor. Son otuz yılda yaşanan üç büyük
depremde yeni yapılan binaların çoğu yerle bir oldu. Binlerce insan öldü,
binlercesi da yaralandı. Bir de yüzyıllar önce yapılan binalara bakın. Onlar
bunca depreme rağmen sapasağlam ayakta duruyor. Kamu sektöründeki yolsuzlukla
özel sektördeki yolsuzluk işbirliği yapmasaydı hiç kimse bu kadar çürük inşaat
yapmaya cesaret edemezdi.
Her şey benim
mantığıyla hareket edenler
- Siz sivil toplum
kuruluşları (STK) içindeki yolsuzluklara da dikkat çekiyorsunuz. STK’ler nasıl
yolsuzluk yapabiliyorlar?
W.B. - ABD’de bunun
en ünlü örneği Baptist Foundation adlı dini bir kuruluş. Dindar insanları
kilisenin bir yatırım kuruluşuna yatırım yapmaya ikna etti. Olay şöyle oldu:
Diyelim ki o dönem ABD’de banka faizleri yüzde 5’ti. Bunlar dindar insanlara,
tasarruflarına yüzde 50 faiz ödeme sözü verdiler. Bu saadet zinciri bir süre
çalıştı. Her yatırımcı başkalarına da haber verdi. Böylece o yatırım şirketine
para yatıranların sayısı arttıkça arttı. Faiz ödemeleri yükseldi. Derken olay
bir gün balon gibi patladı. Buna bizim terminolojide “Charles Ponzi Yöntemi”
diyoruz. Bu Charles Ponzi ABD’nin gördüğü en büyük dolandırıcılardan biriydi.
İtalyan asıllıydı. Küçük yatırımcılara kısa vadeli çok yüksek faizler ödemiş,
yatırımcılar kendi paralarından ya da başkalarının paralarından paralar
kazanmışlardı. Derken Ponzi’nin kurduğu şirket bir gün iflas ediverdi.
Yatırımcılar da ortada kaldı.
Baptist Foundation, Ponzi’den biraz
farklı. Çünkü dindarların paralarını iç etmişti. (Ben bu filmi galiba Deniz
Feneri e.V. davasında gördüm.) Düşünebiliyor musunuz? İnsanlara önce yüksek ve
güvenli olduğunu söylediğiniz faizler vaat ederek onların güvenlerini
kazanıyorsunuz. Sonra da güvenlerine ihanet ediyorsunuz.
Benim
mantığım
- İyi de, işler tıkır tıkır yürürken herkes
para paylaşmadı mı?
W.B. - Evet ama burada
durum biraz farklı. İnsanların dini inançlarını sömürerek onları
dolandırıyorsunuz. Üstelik Baptist Foundation’da işleri çevirenler papazlardı.
Böyle bir durum ortaya çıkınca insanlarda dine karşı inanç ya da saygı kalır
mı?
- Dünyadan başka örnekler verebilir
misiniz?
W.B. - Mutlak hükümdarlara bakın.
Bütün güç onların elinde olduğu için kesin dokunulmazlıkları da var. Bütün
ulusun malvarlığına el koyabilirler. Bu hükümdarlar, “Her şey benim” mantığıyla
hareket ederler.
- İtalyan Başbakanı Berlusconi gibi çağdaş
hükümdarları mı kastediyorsunuz?
W.B. - Evet.
Filipinler’de Ferdinand Marcos vardı. Kendi hazineleriyle devlet hazinesini
birbirine karıştıran insan tipidir bu. İngilizce deyimiyle buna “crony
capitalism” (sen ben bizim oğlan düzeni) diyoruz. Yakınlarınızla iş
tutuyorsunuz. Size kontratlardan pay ödüyorlar. Birkaç yıl içinde sadece siz
değil, aile üyeleriniz, yakınlarınız, herkes zengin oluyor. Böylece saadet
zinciriniz sürüp gidiyor. Buna; kapitalizmde olur, rekabet de var,
diyebilirsiniz. Ama bir tür çarpık kapitalizm. Üstelik dürüst bir rekabet etme
şansı hiç yok.
Bir de pek çok ekonomistin yolsuzluk olarak görmediği bir
durum var. O da kartelleşme. Türkiye dahil, dünyanın pek çok yerinde bu
kartelleşme büyük sorunlara yol açıyor. Yüzeyde piyasa sanki rekabete açık gibi
gösteriliyor. Ama gerçekte aynı sektördeki birtakım şirketler bir araya gelip
fiyatları belirliyorlar. “Modern ekonomilerde karteller yaşayamaz. Kendi
felaketlerinin tohumlarını ekip bunları biçiyorlar” derler. Ama gerçek hayata
bakın. Japonya’da yüzyıllardır kamu ihaleleri kartel tarafından yönetiliyor.
Japonca Dango yani kontrat isimli bir kartel var. Yetmiş yıldır Dango
bütün kamu ihalelerini yönetiyor ve hangi ihalenin kime verileceğinin kararını
veriyor. Yaptığı iş de çok basit. Teklif fiyatı biliyorsunuz gizlidir. Ama Dango
kabul edilecek fiyatı ihaleyi vermek istediği kuruluşa sızdırıyor. Böylece o
kuruluş, ihaleyi alıyor. Japonya’da yüksek bürokratın elinde bütün güç var.
Günün birinde emekli olunca ona yüksek bir maaş bağlanıyor. Ama tabii bu
yetmediği için ona iyi bir de iş bulunuyor. Böylece çifte maaş almaya hak
kazanıyor. Böylece ödüllendirilmiş oluyor. Bu düzen böyle sürüp gidiyor.
‘Karikatüre benziyor’
- Neredeyse Red Kid çizgi romanını izliyormuşum hissine
kapılıyorum...
W.B. - Haklısınız. Çünkü olay gerçekten karikatüre benziyor. Adam bu küçük üç
bankayı satın aldıktan hemen sonra bankalar giderek büyümeye başladı. Büyüme
hızı yılda ortalama yüzde 50’ydi. Yaptıkları da şuydu: Bu bankaların sahibi,
yöneticileri, yakınları sürekli kredi çekiyorlardı. Bir yandan da küçük
yatırımcıyı bankalardan yüksek faizli kâğıt almaya ikna ediyorlardı. Bu bankalar
öylesine şiştiler ve büyüdüler ki İzlanda’nın GSMH’sinin on katına çıktılar.
İzlanda bir yatırımcı cenneti haline gelmişti. Ülkenin her yerinde pıtrak gibi
yatırım şirketleri kuruluyordu. Ortaya kendilerinden emin genç finansçılar
çıktı.
‘Sen ben bizim oğlan düzeni’
-
Peki bu arada İzlandalı yöneticiler ne yapıyordu?
W.B.
- Bunları kontrol altına almak için hiçbir şey yapılmadı. Çünkü herkes
bundan nemalanıyor, zengin oluyordu. Çünkü İzlanda’da hemen hemen herkes
birbiriyle akraba. Herkes birbirini tanıyor. Tipik “sen ben bizim oğlan” düzeni.
Tabii sonunda balon patladı. Hem de ne patlayış. Onlarca milyar dolar havaya
uçtu. Bu arada İngiltere ve Hollanda’dan İzlanda finans kapital dünyasının
cazibesine kapılıp oraya paralar yatıran yüz binlerce kişinin de mahvına sebep
oldular. İzlanda bu felaketin ardından suçu kendinde hiç bulmadı. İzlandalı
bankerleri finans teröristleri olmakla suçlayıp anti-terör yasasını uygulayarak
İzlanda’daki bankaları kapattıran İngiltere’ye suçu yüklemeye çalıştı.
- Peki, Yunanistan’a ne oldu da batmanın eşiğine
geldi?
W.B. - Yunanistan, güdümlü yolsuzluk ve
sen ben bizim oğlan düzeniyle ünlenen bir ülke. Yunanistan’ın bir önceki Nea
Demokratia Hükümeti hemen hemen her konuda yalan beyanlarda bulundu. Özellikle
de Avro konusunda yalan söylediler. Avro ve Avrupa Merkez Bankası gerçekten
akılsızca kurulmuştu.
Daha Avro ve Avrupa Merkez Bankası kurulmasından
20 yıl önce kimileri olacakları görmüşlerdi ve AB’nin merkez değil de
Yunanistan, Portekiz gibi çevre ülkelerinde bir ekonomik kriz olup devalüasyon
gerektiğinde elleriyle kollarının bağlı olacağını çünkü Avro’ya mahkûm
kaldıkları için bunu devalüe etmenin imkânı olmayacağı konusunda uyarılarda
bulunmuşlardı. Bunun dehşetli ve uzun süreli bir işsizliğe yol açağı konusunda
dikkatleri çekiyorlardı.
Yunan eski hükümeti bu tehlikeyi savuşturmaya
çalışarak hem işsizlik hem de gittikçe artan cari açık konusunda yalan söyledi.
Bir de Almanya’nın durumu var. Alman hükümeti 89 milyar Avro’yla Yunanistan’ı
kurtarma kararı aldırarak bütün Avrupa’yı kızdırdı. Kendi iç kamuoyunda da bu
kızgınlıkların hedefi. Öte yandan şimdi İspanya’da yaşananlar var. İspanya
Yunanistan’dan çok büyük ve sorunları çok daha derinleşen bir ülke haline geldi.
İspanya’da işsizlik yüzde 20’ye çıktı.
Türkiye’ye
etkileri
- Peki, AB’de bu olanlar Türkiye’yi nasıl
etkiler sizce?
W.B. - AB Türkiye’nin bir
numaralı ticaret ortağı. Bir numaralı ticaret ortağı bu durumda olunca Türkiye
herhalde iyi etkilenmez. Avrupa’da bireysel hükümetler gerekeni yapmaktan aciz.
Çok sert bir resesyonda daha fazla harcama yapmak zorunda kalacaklar. Şimdi
IMF’den medet umuluyor. Ama IMF’nin bütün bu sorunlara getireceği tek bir yanıtı
vardır. O da şu: Ayağınızda bir iltihaplanma varsa tabancanızı çekip ayağınızı
vurun. IMF hiçbir zaman ders almayacak.
- Siz böyle
söylüyorsunuz ama bizim Başbakan küresel krizin bizi teğet geçtiğini
söyledi...
WB. - Hiçbir ülkenin başbakanına
saygısızlık etmek istemem ama dünyadaki hemen hemen bütün başbakanlar ülkeleri
bu krizden darbe yemeden hemen önce aynı şeyi söylemişlerdi.
PROF. WILLIAM BLACK
ABD’de Missouri
Üniversitesi’nde ekonomi ve hukuk dersleri veriyor. Şirket içi yolsuzluklarla
mücadele uzmanı. 2005-2007 arası Yolsuzlukları Önleme Enstitüsü Başkanlığı
yaptı. Pek çok yolsuzlukla mücadele ve soruşturma kuruluşunda çalıştı. “Güdümlü
yolsuzluk” (control fraud) kavramını geliştirdi. ABD’deki hedge fonlar skandalı
yüzünden batan Fannie Mae şirketinin faaliyetlerini soruşturan kuruluşta uzman
olarak çalıştı. Uzmanlık alanlarıyla ilgili kitaplar yazdı. Özellikle “The Best
Way to Rob a Bank is to Own One” (Banka Soymanın En İyi Yolu Banka Sahibi
Olmaktır) isimli kitabı çok yankı uyandırdı.