Çağdaş Türk sanatının en kendine has, en aykırı figürlerinden biri olduğu
yıllardır söylenir, söylenir. 1950’li yıllarda İstanbul’da açtığı ilk sergiden
beri sanata yakından meraklıların yoğun ilgisini çeken ve buradan ta Paris’e
kulaktan kulağa, dilden dile dolaşan bir şanı vardır. 1960’larda Türkiye’den
kendini sürgün ederek Paris’e gittiğinde ve 40 yıl dönmediğinde, bu kez
söylentiler karşı taraftan akmıştır. Ara sıra çeşitli gazetelere, dergilere
verdiği söyleşiler, sanatına dair daha da çok merak uyandırmakla kalmıştır.
Kısacası, çeşitli sergilerde zaman zaman işleri görüldüyse de sonuç olarak
yeterince yakından bakamadığımız, göremediğimiz bir sanatçı olmuştur. Elbette ki
Yüksel Arslan’dan söz ediyorum: Kim olduğunu gerçekten
keşfedebilmek için Santralistanbul’daki retrospektifi kaçırılmaz bir fırsat.
Özellikle vurgulanması gereken bir nokta ise, 76 yaşındaki sanatçının çok
uzun zamandır hak ettiği bu retrospektifin son derece geç kalmış olmasına
karşın, Arslan’ın hiç (ama hiç) geç kalmadığı; 1950’lerde Türkiye’de sahneye
çıktığında ne kadar ‘erken’ ise yine aynı zindelikle aramızda olduğu. Hiç kuşku
yok ki tarihsel perspektifte Yüksel Arslan, çağdaş Türk sanatının en özgün
figürlerinden biri, belki de birincisi. Ve hiç kuşku yok ki şu sıra trend olan
deyimle ‘güncel’ sanatçıların pek çoğundan hâlâ daha güncel bir sanatçı,
çağdaşımız Arslan.
Doğal malzemelerle deneyler
Sanatta güncel kalabilmenin yolu, gündemdeki konuları ya da en son felsefi
kavramları (üstelik beceriksizce) illüstre edebilme çabasında değil, kendi yaşam
felsefeni yaratıcı bir biçimde üretebilmekten geçer. Moda diye yeni medyaya
yönelen değil, kullandığı mecranın sınırlarını sorgulayabilen ve genişletebilen
sanatçıdır, ‘güncel’ olan. Zamanını gününün hayhuyuyla değil, çağına tanıklıkla
geçirenler ‘güncel’ kalır ve aslında bunu herkes bilir. Yüksel Arslan,
geleneksel anlamda figürasyona yönelmiş bir desenci gibi görünmesine rağmen,
yaşadığımız çağda düşünceye yönelen sanatçı tipinin sıra dışı bir örneği:
Köşesine çekilip hayat boyu okuması ve düşünmesi, sanatının bir yan uğraşı
değil, özü. Okuduklarını özümsemeden resmetmeye kalkışmamış hiç: Kendi deyimiyle
‘ne resim, ne guaş, ne de desen’ olduğu için adına ‘arture’ dediği yapıtlarını
tamamlaması bazen aylar, yıllar sürmüş. Pentürün revaçta olduğu yıllarda tam
tersini yapıyor olması, çeşitli doğal malzemelerle (toprak, kan, idrar...)
deneylere kalkışması da cabası.
Yüksel Arslan’ın bu her bir sırlı arture’un toplu birikimi olan sanatı, bir
odada okuyarak geçen -Freud’dan Marx’a, Marquis de Sade’dan Antonin Artaud’ya ve
nicelerine- bir ömür üzerine kurulu bir hayatı anlama çabası, bu anlamda başlı
başına anıtsal bir yapıt. Hele hele günümüzde! Sanatçının akıl, akıldışı, doğa,
bilim, cinsellik, şiddet gibi konular üzerinden en hayvansı, cahilinden en
damıtılmış, uygarına insanı irdeleme biçimiyse, tek kelimeyle olağanüstü:
İzleyiciye öyle bir ayna tutuyor ki sergisi görsel deneyimin sınırlarını aşıyor,
öğretici bir ruhsal deneyime dönüşüyor.
İsmi Yüksel
Eyüplü bir işçi ailesinin çocuğu, aynı mahalleye ‘yükselmiş’ olarak döndü.
Basından izlediğimiz kadarıyla öykünün bu romantik yanı, pek bir hoşa gitti. Bu
retrospektifin Haliç kıyısındaki Santralistanbul’da gerçekleştiriliyor olması
aslında gerçekten de ilginç bir rastlantı. Küratörlüğünü Levent Yılmaz’ın
üstlendiği sergi, Yüksel Arslan’a dair yılların ihmalinin acısını çıkartırcasına
zengin, içerikli, tanıtıcı, öğretici: Maya’da sergilenen, sanatçının bile
unuttuğu ilk işlerinden, farklı malzemeler ve teknikler deneyerek
gerçekleştirdiği ilk arture’lara uzanan; etkisi altına girdiği tüm felsefi,
sanatsal, edebi kaynakların izini süren bir tavır içinde bir döneminden diğerine
izleyiciyi yönlendiren sergide Arslan’la, dünya çapındaki bir özgün sanatçıyla,
gerçek anlamda tanışacaksınız. Hakkında yazılıp söylenecek çok şey var ama bu
kadarı yeter: bir daha bütün bu yapıtlar kim bilir ne zaman bir araya gelir, siz
kalkın, gidin, Yüksel Arslan’ı kendinden dinleyin.