Gerçek Türkiye Haritasına Hazır mısınız?



Grafik: Müge Kaygusuz

2023’e kadar iki bin HES yapılması planlanıyor. Bu milyonlarca insan için göç, pek çok hayvan ve bitki için ölüm demek. Yeni maden yasa tasarısı kabul edilirse, muhafaza ormanlarında, sulak alanlarda, milli parklarda, hatta sit alanlarında bile maden çalışmaları yapılabilecek. Sinop ve Mersin nükleer enerji tehdidiyle karşı karşıya. Denizler öyle kirli ki, balık türleri yok oluyor. Uzun lafın kısası, Türkiye’nin dört bir yanında doğa katliamı yaşanıyor. Bu tablonun bizim karamsarlığımız olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Konunun uzmanları yaşananları anlatıyor.

Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı ile Çevre ve Orman Bakanlığı’nın önünde her hafta en az bir eylem yapılıyor. Seslerin sahipleri farklı şehirlerden geliyor; Rize’den, Antalya’dan, Kaz Dağları’ndan, Mersin’den, Sinop’tan, İzmir’den, Hasankeyf’ten, Gediz Ovası’ndan... Talepleriyse hep aynı: “Doğamızı katletmeyin”! Üç yanı denizlerle çevrili, dağları ormanlarla örtülü, akarsularıyla yeşili ve insanları besleyen, dünya üzerinde 814.578 km²lik alanı kaplayan bir ülke Türkiye. Ancak artık bu tarif değişiyor, çünkü çokuluslu şirketlerin gözünü diktiği madenler nedeniyle Türkiye’nin dağı taşı delik deşik, denizlerinin başı petrol ve atıklarla dertte, akarsularını hidroelektrik santrallar (HES) tutmuş... Sadece Karadeniz’de 500’ün üzerinde HES projesi bulunuyor. Anadolu’daki akarsular da aynı kuşatma altında. Bu politikalar doğal, kültürel zenginliklerin yanı sıra Anadolu’nun insansızlaşması ve buna bağlı olarak gıdada bağımsızlığını yitirmesi gibi tehlikeleri de getiriyor. HES’ler nedeniyle sudan mahrum kalacak vadilerde yaşayan iki milyonun üzerinde insan şehirlere göç etme tehlikesiyle karşı karşıya... Türkiye topraklarında maden ruhsatı verilmemiş yer hemen hemen yok gibi. Üstelik yeni madencilik tasarısı kabul edilirse, muhafaza ormanlarında, milli park, tabiat parkı ve anıtlarında, sit alanında, bütün özel koruma bölgelerinde, sulak alanlarda, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahalarında ve daha pek çok yerde maden çalışması yapılabilecek.

Türkiye’nin çevre sorunu bunlarla sınırlı da değil, sanayi atıklarıyla denizler kirleniyor, yanlış avlanma da cabası. Böyle devam ederse dünyadaki balık stokları 2050’de tükenecek. Karadeniz’de 50 yıl önce 52 olan balık çeşidinden 26’sının nesli tükendi bile. Marmara Denizi’nde ekonomik değeri olan 143 balık yok oldu. Enerji ihtiyacı bahane edilerek nükleer santralların inşası için yapılan lobi çalışmaları da bu sorunlara tuz biber ekiyor. Rusya’nın Mersin Akkuyu’da kuracağı nükleer santralın ardından Güney Kore’nin Sinop için verdiği teklifte karar aşamasına gelindi. Türkiye’nin her yerinden yükselen çevre eylemleri boşa değil. Doğa Derneği Başkanı Güven Eken, Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Kampanyası Sorumlusu Korol Diker, TEMA Vakfı Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. İsmail Duman ve TEMA Vakfı Hukuk Danışmanı Ömer Aykul, DenizTemiz Derneği/TURMEPA Yönetim Kurulu Başkanı Tezcan Yaramancı Türkiye’nin çevre sorunlarını anlatıyor. Hâlâ harekete geçmek için geç değil...



HES’ler iki milyon insanı yerinden edecek



Güven Eken (Doğa Derneği Başkanı)

- Anadolu’da yanlış su politikalarıyla birlikte su üzerindeki baskı hızla artıyor. Son 10 yılda sadece kuruyan sulak alanlarımızın büyüklüğü Marmara Denizi’nin büyüklüğüne denk. Bu Anadolu’yu Anadolu yapan insanın da bir parçası olduğu biyolojik çeşitlilik açısından en büyük tehlike. Yanlış su politikaları nedeniyle, Anadolu’nun yüzölçümünün yüzde 26’sını kaplamasına karşın, biyolojik çeşitliliğinin yüzde 90’ını barındıran önemli doğa alanları bütün özelliklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Bu yanlışlar orman varlığı, nadir ve nesli tehlikedeki bitki ve hayvan türlerinin yanı sıra doğal, tarihi ve kültürel varlıklar ve sosyo-ekonomik çevre üzerinde de birçok etkiye sahip.

- Son yıllara kadar bu yanlışların başında barajlar ve sulama kurutma çalışmaları geliyordu. Buna enerji üretimi gerekçesiyle tüm Anadolu’nun derelerinin özel sektöre satıldığı HES'ler eklendi. Anadolu’nun hemen hemen tüm nehirlerinde yapılmak istenen HES’lerin sayısı 2000’i buluyor. Mikro HES’lerle birlikte bu sayı çok daha artıyor. Suyun, tüm canlıların en temel yaşamsal kaynağı olduğu düşünüldüğünde bu politikaların yaşamı tehdit eder boyutlara ulaştığını söyleyebiliriz.

- Bu sorunlar Karadeniz’den Toroslar’a, Doğu Anadolu’dan Toroslar’a kadar Türkiye genelinde yaşanıyor… Sadece Karadeniz’de 500’ün üzerinde HES projesi bulunuyor. Anadolu’da HES karşıtı mücadelenin sesinin hemen hemen tüm illerden yükselmesi yaşanan sorunun Türkiye genelindeki olumsuz etkilerinin bir sonucu. Bu politikalar doğal, kültürel zenginliklerin yanı sıra Anadolu’nun insansızlaşması ve buna bağlı olarak gıdada bağımsızlığını yitirmesi gibi birtakım tehlikeleri de getiriyor. HES yapılması planlanan vadilerde gerçekleştirilen tarımsal üretimin durması ve buna bağlı olarak insan nüfusunun şehirlere göçmesi gündemde. HES’ler nedeniyle sudan mahrum kalacak vadilerde yaşayan iki milyonun üzerinde insan şehirlere göç etme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak ve bunun neden olacağı sosyal maliyet henüz bilinmiyor.

- 29 Temmuz 2010’da BM Genel Kurulu’nda görüşülen ve 124 ülkenin oyuyla “temiz suyun temel insan hakkı” olduğu yönünde alınan karara Türkiye’nin 41 ülkeyle birlikte çekimser yönde oy kullanması, içinden geçtiğimiz dönemin ruhuna koşut politikaların bir tesadüf olmadığının en somut göstergesi. Sonuç olarak Türkiye’nin su kaynaklarının devlet eliyle ticari metalaştırma ablukasından çıkarılması için geniş tabanlı toplumsal kabulün sağlandığı bir yasal çerçeve oluşturulmalı; Anadolu’nun biyolojik, kültürel ve tarihi zenginliğinin geleceğini anayasal güvence altına alan adımlar bir an önce atılmalı; genel olarak çevre politikalarının yarattığı uygulamalar, özel olarak da HES projeleriyle ilgili yaşanan insan hakları ihlallerinin yarattığı toplumsal travmalara bir son verilmeli; yaşanan trajik sonuçları rehabilite edecek adımlar hızla atılmalı; Türkiye’nin coğrafyasında, toplumsal yapısında köklü dönüşümlere ve yıkımlara yol açan suyla ilgili politikalar hızla değiştirilmeli.



Tasarı hukuka aykırı...



TEMA Hukuk Danışmanı, avukat Ömer Aykul04.03.2010 Tarih ve 1/821 Numaralı Maden Kanunu Değişiklik Tasarısı”nı bakın nasıl yorumluyor:

Bu tasarının sihirli kelimesi “kazanılmış hak”. Bu kavram, tasarıda Anayasa Mahkemesi kararını etkisiz hale getirmek için son derecede mükemmel kullanılmış. Tasarıyla, iptal kararları öncesi mevcut maden ruhsatlarının tamamı “kazanılmış hak” kabul ediliyor. Özellikle devletin hüküm ve tasarrufu altındaki ve dayanağı “mülkiyet hukuku” değil, “egemenlik hukuku” olan, başta ormanlar olmak üzere kıyılar, meralar, sulak alanlar gibi yerlerde “kazanılmış hak” söz konusu olamaz. Herkes iyi biliyor ki Türkiye’de maden ruhsatı verilmemiş yer hemen hemen yok. Bunların tamamı bu tasarı yasalaşırsa, “kazanılmış hak” kavramı sonucunda, iptal kararı öncesi hukuka tabi olacak. Dolayısıyla elde iptal kararlarına uygun bir yasa olacak ama faaliyetler iptal öncesi hukuki rejime tabi olacak. Tasarı kabul edildiğinde bütün doğal varlıklarımız açısından, Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu birçok uluslararası sözleşmeye ve Anayasa’ya aykırı bir durum oluşacak.

Tasarıyla gayri sıhhi müessese işletme, ruhsat verme yetkisi belediyelerden alınıp il özel idarelerine verilecek. Muhalif ve söz geçirilemeyen belediyeler yerine, valiliklerce yerel yönetimlerin takdir hakkı ve madencilik faaliyeti önündeki olası tüm engeller kaldırılacak. Gayri sıhhi müessese işletme ruhsat verme yetkisi, en önemli belediyecilik faaliyeti ve sorumluğundan biri. Açıkça idare prensiplerinden “yetki genişliği” açısından anayasaya aykırı bir durum oluşacak.

Son bir eklemeyle imar planı yapılan yerlerde mevcut maden sahaları için ilgili mercilerden izin alma hükmü kaldırılmış, böylece madencilik faaliyetinin, imar hukukundan önemli olduğu vurgulanmış. Sağlıklı bir yaşam oluşturmak için hayati önemi haiz olan imar planlamasının geri plana atılması kabul edilemez. Bu hususu 3194 sayılı İmar Kanunu ile bir “kanunlar ihtilafı/çatışması” yaratıyor.

Önceleri yönetmelikle oluşturulan “kurul”, bu kez yasayla ve bir kısım bakandan oluşturuluyor. Kurulun bakanlar düzeyinde oluşması, kararın “bilimsel” değil “yönetsel ve siyasal” ölçütlere göre oluşacağını gösteriyor. Hukuka aykırı bir konuysa bu kurul kararlarının “kamu yararı kararı” yerine geçmesi.

Tasarıda toplam ruhsat süresi 60 yıl, bu açıkça mülkiyet devridir. Hukuken kabul edilemez.

Tasarıyla ormanlara ilave olarak bütün özel koruma bölgeleri (tohum meşcereleri, gen koruma alanları, muhafaza ormanları, orman içi dinlenme yerleri, endemik ve korunması gereken nadir ekosistemlerin bulunduğu alanlar) ve “av ve yaban hayvanlarının korunma, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahaları” da madenciliğe açılacak. Bu bütün hassas doğal sistemlerin ve faunanın sonunu getirecek bir düzenleme. Zeytin alanlarının da madenciliğe açılması, bu sektörü de bitirecek. Kanaatimizce; bu alanlarda ve kıyılarda, su toplama havzalarında, yerleşim alanlarına kuş uçuşu 5000 metre mesafede açık maden işletmelerine izin verilmemeli ve madencilik faaliyeti artık bir sanayi faaliyeti kabul edilip, hukuki çevre denetim rejimine tabi tutulmalı.



Maden histerisi toprağı siyanüre buladı

Prof. Dr. İsmail Duman TEMA Vakfı Bilim Kurulu üyesi, İTÜ öğretim görevlisi. Türkiye’de madenlerle ilgili yanlışları, yapılması gerekenleri bize o anlatıyor. Ancak önce bilmeniz gereken bir şey var: “2001’de Kaliforniya Üniversitesi’nde yapılan bir yayında şöyle deniyor: Maden dışsatımının ulusal gelirdeki payı arttıkça, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından ortaya konulan ‘İnsani Gelişme İndeksi’ azalıp yoksulluk sınırının altında yaşayan nüfusun oranı artıyor. Doğal kaynaklara bağımlılık arttıkça, erken yaşlardaki çocuk ölüm oranı artıyor, ortalama yaşam süresi azalıyor, yolsuzluk oranı ve gelir eşitsizliği tırmanıyor, her 5 yıllık dönem için iç savaş yaşama riski yüzde 23 artıyor”.



- Madenlerle ilgili sorunlar Türkiye’deki çevre sorunları arasında nasıl bir yer kaplıyor?

- Türkiye’de çevre sorunlarının elbette çok kaynağı var. Sanayi kuruluşları deşarj ve emisyon açısından nispeten etkin denetlenebiliyor. Enerji üretim işletmeleriyse bir tür “iltimas” görüyor. 2023’e kadar 2000 yeni HES’in hayata geçirilmesi bu topraklardaki en büyük çevre felaketini yaratacak. Eşdeğer bir çevre tahribatı da, korkarım madencilikten kaynaklanacak.

- Maden çalışmalarında yapılan en büyük yanlışlık ne?

- Madencilik ve endüstri iki ayrı sektör. Bu aktiviteleri kontrol eden, denetleyen çevresel yasalar ve sınırlamalar da farklı. Endüstrinin tabi olduğu çevre kuralları, madenciliğin tabi olduğundan çok daha katı. “Entegre Madencilik” kavramı, tam bir kandırmaca. İlkçağdan itibaren uygulanmış “çözelti madenciliği” kavramı, suda çözünebilir tuzlardan, asitte çözünebilir ve siyanürde çözünebilir minerallere doğru sınırları çiğneyerek genişletildi. Bu, hidrometalurjik/hidrokimyasal endüstri proseslerini, haksızca madencilik bünyesine sokuşturarak onları sıkı çevresel yasalardan kaçırmayı amaçlıyor. İşin vahimi maden kanununun “ocak başı işlem” yapılırsa alınacak vergiyi yarıya düşürmesi. Madenciliğin sadece cevher çıkarmaktan ibaret olan kısmı, doğru çalışıldığı takdirde çevreye sınırlı zarar verir. Ancak yasayla teşvik edilen kırma, öğütme, manyetik ayırma gibi yerinde zenginleştirme işlemleri özellikle açıkta yapıldığı için toz oluşumu, ağır metal saçılımı, gaz emisyonu, kimyasal işlem görmüş toksik atıkların oracıkta bırakılması yoluyla çevreye telafisi olmayan zararlar veriyor. Madenciler, sıkça kullandıkları “madenler bulundukları yerde çıkarılır” savıyla “topraktan maden çıkarma” ile “madenden metal çıkarmayı” kasıtlı olarak birbirine karıştırıyor ve böylece “doğa”nın kendisini dev bir açık hava metalurji-kimya işletmesi olarak kullanmayı hakmış gibi görüyor.

- Nerelerde, ne gibi çalışmalar yapılıyor?

- Son 15 yılda ülkemizde ciddi boyutta bir maden “histerisi” patlak verdi. Türk insanı çokuluslu altın tekellerinin peşi sıra Anadolu’nun her karış toprağına kazma vuruyor. Oysa madencilik sektörünün gayri safi milli hasılamızdaki payı yüzde 1-1,5. Başta Ege olmak üzere Artvin’den Erzincan’a, Tunceli’ye kadar toprak siyanüre bulandı, bulanmak isteniyor.

- En çok hangi bölge bundan mustarip?

- Kaz Dağları, delik deşik edilme tehlikesiyle karşı karşıya. Topraktan alınanları geri getirmek artık mümkün olmayacak. Açıkta kullanılan siyanürün en büyük tehlikesi kendisi değil, Ege topraklarında çok bulunan, arsenopirit dediğimiz mineral içinde zararsız halde duran arsen’i mobilize etmesi. İzmir’in sularında niye birdenbire arsen oranı yükseldi? Son yıllardaki en yanlış uygulama Manisa’nın Turgutlu ilçesindeki Çaldağ’da yapılmak isteniyor. Tarım getirisi Çukurova’nın 1.5 katı olan ve dünyanın en verimli 7 büyük ovası arasında sayılan Gediz Ovası’nın ve ünlü Sultaniye üzümünün idam fermanı olacak bu girişimde 30 milyon ton lateritik nikel cevheri 18 milyon ton sülfürik asit kullanılarak yıkanacak. Bu açık havada yapılacak. 30 milyon ton cevhere ulaşmak için 151 milyon ton posa çıkarılıp dağın eteklerine yığılacak. Kullanılacak kireç taşından ve cevher yığınlarındaki karbonat minerallerinden çıkacak karbondioksit 15 yıl boyunca her saat 42 ton kömür yanmasına eşdeğer olacak. Güzelim tarım havzasına orta halli bir termik santral kurmuş gibi bir şey bu. Bitmedi; bu kadar asidi taşımak akıl dışı olduğundan Güney Amerika’dan her yıl 330.000 ton kükürt getirilerek yine o tarım topraklarının üstüne bir sülfürik asit fabrikası kurulması öngörülüyor. En ileri sülfürik asit teknolojisinde bile yüzde 0.5-1.0 arasında asit kaçağı olur. Bu yetmiyormuş gibi asit katı temasından çıkacak karbondioksit, sülfürik asitli yüzbinlerce ton çözeltiyi beraberinde sürükleyip rüzgâra göre bugün bu ilçeyi, yarın öbür ilçeyi kavuracak. İşi bitmiş liç yığınları toksik kütleler yani açıkta depolanması yasak katı atıklar değil mi? Hükümet otoritelerince verilen izin ve tahsisler, 18 milyon ton sülfürik asidi açıkta kullanmayı planlayan bir girişimi meşru kılar mı? Böyle bir “madencilik” girişimine European (Sardes) Nickel Şirketi’nin ana vatanında izin verilir mi? Yanıt hayır ise, bu sömürgeci bir tavır değil mi? Kârın özelleştirilmesi-riskin kamulaştırılması, mühendislik etiğiyle nasıl bağdaşır?

- Yapılması gereken çok ama ilk adım ne olmalı?

- Ülke ve çevre yararına bir maden yasası hazırlanmalı. Yeraltı doğal kaynaklarının işletilmesinde kayıplara, yatağın en değerli bölümü alınarak büyük bölümünün bir daha çıkarılamayacak şekilde yeraltında bırakılmasına izin verilmemeli. Bu amaçla özellikle metal madeni için dünya ve ülke konjonktürüne uygun olarak belirlenecek “cut-off grade” değerlerine uyulması işletme izinlerinde yasal zorunluluk haline getirilmeli. Madenciliğin hammadde ihracı için değil ülkenin ihtiyacını karşılamak için yapılması özendirilmeli. Fabrikaların yokluğu nedeniyle değerlendirilemeyen cevherlerin çıkarılmasına ve ihracına caydırıcı yasal sınırlamalar getirilmeli. Maden işletme projeleri kendi fizibiliteleri ve ÇED’leri dışında ülkemizin doğal sermayesini de göz önünde bulunduran bir yarar/zarar kıyaslamasıyla değerlendirilmeli, teşvik veya kısıtlamalar buna göre yapılmalı. Madencilik sektöründe iş güvenliği, işçi ve çevre sağlığı önlemleri sıkılaştırılmalı. Madencilik sektörünün amaca uygun gelişimini izlemek, yönlendirmek ve desteklemek üzere yeni ve özerk akademi, enstitü ve üst kurullar oluşturulmalı, MTA yeniden yapılandırılmalı. Yasal düzenlemeler, uygulama kararları Sivil Toplum Kuruluşları, meslek örgütleri, yerel halk örgütlenmeleri ve ilgili tüm sektör yöneticileriyle demokratik kurallar çerçevesinde, “göstermelik” olmayan şekilde tartışılarak yeniden, ülke ve toplum çıkarına uygun şekilde oluşturulacak stratejiye göre hazırlanmalı.



Nükleersiz gelecek mümkün



Korol Diker (Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Kampanyası Sorumlusu)

- Nükleer santral Türkiye’de çok temel bir soruna işaret ediyor aslında. Türkiye'de hiçbir projenin maliyet hesabına sosyal ve ekolojik maliyetler dahil edilmiyor. Aksine kömür ve nükleer gibi son derece kirli enerji kaynaklarına her türlü teşvik sağlanıyor. Enerji sistemimizi konvansiyonel ve kirli kaynaklar üzerine kurmaya devam ettiğimiz sürece temiz ve güvenilir kaynaklar temelli bir sisteme hiçbir zaman geçiş yapacak yatırım alanını oluşturamayacağız.

- Son yıllarda nükleer enerji endüstrisi yoğun bir halkla ilişkiler çalışmasında. Aslında rakamlar bunu doğrulamasa da dünyada artan fosil yakıt fiyatları ve iklim değişikliği gerekçe gösterilerek nükleer enerjiye dönüş iddiası ortaya çıktı ama “nükleer rönesans” denilen sıçrama yaşanmadı.

Batı’da sadece iki yeni (Finlandiya ve Fransa) projenin inşaatına başlandı. Diğer projeler Çin, Hindistan ve İran gibi gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşti. Çin’de ve Hindistan’da bütün kaynaklara ciddi bir yönelim var; İran gibi bazı ülkeler ise bu projeleri daha çok iç ve dış politika malzemesi yapıyor. Ancak Fransa dışında hiçbir ülke nükleere enerji politikalarına ciddi bir pay ayırmıyor. İleriki yıllarda da nükleer enerjinin payı azalacak. Ülkelerin ve şirketlerin nükleer santral yatırımlarından kaçınmasının en büyük sebebi ise ekonomik, çevresel ve işletme sırasında yaşanan riskler. Nükleer endüstrisi ise varlığını devam ettirebilmek için yeni yatırımlara şiddetle ihtiyaç duyuyor, bunun için kendisine gelişmekte olan ülkelerde yeni pazarlar oluşturmak zorunda. Türkiye’nin bu tablodaki önemi ise Ortadoğu ülkelerine örnek oluşturacak olması; Türkiye gibi çok ciddi güneş enerjisi potansiyeline sahip bu ülkeler nükleer yolu seçerlerse hem bu potansiyeli kullanamayacak hem de yeni nükleer yatırımlar bölgede tansiyonu yükseltip silahlanmayı arttıracak.

- Greenpeace olarak Türkiye’nin sahip olduğu 380 TW saatlik güneş enerjisi potansiyeline ve bunların yaratacağı yüz binlerce kişilik istihdama dikkat çekmek amacıyla Akkuyu’ya nükleerden önce güneş enerjisini soktuk. Büyükeceli Camisi'ne 2.25 Kw’lık fotovoltaik güneş paneli kurulumu yaptık. Proje 10 gün sürdü ve bu sürede güneş enerjisi sistemleri ile ilgili sunumlar ve çocuklarla atölye çalışmaları yaptık. Geçen 40 yılda bomboş bir arazi için milyarlarca dolar harcandı ve yıllarca da bu amaçsız ısrar için paralarımız nükleer enerji projelerine aktarılacak. Oysa 10 günlük bir çalışmayla Büyükeceli Camisi’nin bütün elektriğini artık güneş karşılayacak. Bu sadece bir başlangıç, eğer hükümet sürekli ertelediği Yenilenebilir Enerji Kanunu’nu geçirir ve kirli enerjilere sağladığı teşviki temiz enerjilere kaydırmaya karar verirse hem enerji güvenliğimizi sağlayabilir, Akkuyu gibi pek çok doğa harikasını kurtarır, hem de çok daha fazla nitelikli iş imkânı sağlanır.

- Enerji Devrimi raporumuzda, kirliden temize bu dönüşümün nasıl gerçekleştirilebileceği bilimsel olarak anlatılıyor. Yani temiz enerji temelli bir enerji sistemiyle sürdürülebilir kalkınmamızı devam ettirmek mümkün. Bu sistem değişikliğini yapmamanın sadece politik bir tercih olduğunun altını bir kez daha çiziyoruz. Bunun bedeli de yerel halklara ödetilmek isteniyor.



Denizler kirli, balıklar ölü!

DenizTemiz Derneği/TURMEPA, 1994’ten bu yana, deniz ve kıyıların temiz kalması, bunların gelecek nesillerin ekonomisine, sağlığına ve refahına katkı sağlaması için mücadele ediyor. DenizTemiz Derneği/TURMEPA Yönetim Kurulu Başkanı Tezcan M. Yaramancı, “Denizlerimiz yüzde 80 oranında karadan ve insan eliyle kirletiliyor” diyor, “Evde, ofiste, hastanede, fabrikada kanalizasyona giden her şey denize akıyor. Tarlada, bahçede, sokaktaki her şey denize ulaşıyor.”

Karasal kirliliğin üç temel kaynağı sanayi tesisleri, turistik işletmeler ve belediyeler. Sanayide kullanılan suyun yüzde 81’i yani yılda 40 milyon metreküp tehlikeli atık su arıtılmadan doğaya bırakılıyor. Turistik işletmelerin çoğunun arıtma tesisi yok, olan da çalıştırmıyor. Belediyelerin yüzde 86’sının arıtma tesisi bulunmuyor. 804 belediyenin kanalizasyon şebekesi yok. 1.257 kıyı belediyesinin sadece 124’ünde arıtma tesisi var. 1.133 kıyı belediyesi kirli sularını arıtmadan denize boşaltıyor. Belediyelerin yılda bir milyar metreküp atık suyu arıtmadan denize boşalttığını anlatıyor Yaramancı, başı ise İstanbul çekiyor, “İstanbul’da her gün yaklaşık 2.5 milyon metreküp atık suyun sadece yüzde 16’sı biyolojik olarak arıtılıyor. İSKİ’nin 2009 faaliyet raporuna göre, iki milyon metreküp atık su yeterince arıtılmadan denize bırakılıyor” diyor, “Dünyamızın üçte ikisini kaplayan, en önemli protein kaynağı olan deniz ürünlerinin yatağı ‘mavi’ denizlerimiz de en az çevre kadar kirletiliyor, en az doğa kadar tehdit altında”.

En büyük kirlilik de, İstanbul Boğazı’nda yaşanıyor. Marmara Denizi, bir yandan İstanbul metropolü, İzmit Körfezi, Tekirdağ, Gemlik Körfezi etrafındaki yoğun yerleşmenin, diğer yandan bu denize akan akarsulardan kaynaklanan önemli çevresel baskılar altında. Marmara’daki petrol kirliliğinin Karadeniz kaynaklı olduğu biliniyor. Karadeniz’i kirleten petrol ürünlerinin yıllık miktarı 410.000 tona ulaşıyor. 17 ülkede yaşayan 160 milyon insanın katkısıyla adeta ölüme mahkûm edilen Karadeniz, bu haliyle Marmara ve Ege için de ciddi bir kirlilik kaynağı. Karadeniz’in en büyük kirlenme sebebi Tuna, Dinyeper, Dinyester, Kızılırmak ve Yeşilırmak… Sanayi atıkları ve tarım havzaları boyunca tarımda kullanılan böcek ilacı, gübre ve diğer giderlerin atıkları sonunda Karadeniz’e ulaşıyor. Yılda sadece 570 milyon ton evsel atık nehirler aracılığıyla Karadeniz’e taşınıyor. Akdeniz'in başıysa petrolle dertte. Yılda ortalama 350 milyon ton petrol Akdeniz’de hareket halinde, bunun 0.5–1 milyon tonu denize çeşitli yollardan karışıyor. İstanbul Boğazı, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz’deki biyolojik çeşitliliğin varlığını sürdürmesi için yaşamsal öneme sahip. Oysa Karadeniz’de 26, Marmara’da 143 balık türü yok oldu. Akya, çipura, avcı, fangri, dülger, granyöz, kırlangıç, ıskarmoz, fangri, akya, hani… Ege ve Akdeniz’deki balık varlığı da hızla azalıyor. Akdeniz fokunun sayısı 400’e kadar geriledi, yok olma tehlikesinde.