İstanbul’da bir zamanlar Rumların ve Yahudilerin oturduğu, 50 seneden
fazladır da daha çok Karadeniz’den İstanbul’a göç eden insanların yerleştiği
Fener ve Balat semtlerinde, Avrupa Komisyonu
ve UNESCO’nun desteğiyle bir “mahalle
iyileştirme” çalışması yapıldı. Bu proje insanların evlerinden
uzaklaştırılmadan, ekonomilerinde bir zorluk yaratmadan ve kendi rızaları
alınarak yaşam çevrelerinin iyileştirilmesini hedefliyordu. Bu programda
130 evinonarımının yapılması amaçlandı. Proje
yalnızca binaların iyileştirilmesini değil, semtin sosyal kalkınmasını da
hedeflediği için tarihi çarşının restorasyonu ve kadınlara, gençlere eğitim
verecek iki sosyal merkezin yapılması hedeflendi.
Bu projenin temelleri 1996’da İstanbul’a gelen
UNESCO Direktörü Minja Yang ve AB yerleşim politikaları
üzerinde yayınlar hazırlamış olan Fransız Senatör-Belediye Başkanı Yves
Doges ile dönemin Fatih Belediye Başkanı Sadettin
Tantan tarafından atılmıştı. İlk görüşmelerde Mimarlar Odası temsilcisi
olarak yer aldığım ve daha sonraki gelişmeleri izlediğim için, projenin
kolaylıkla uygulanacağını ve öngörüldüğü gibi, İstanbul için AB yerel yönetim
uygulamalarına iyi bir örnek oluşturacağını zannetmiştim. Ama şimdi büyük bir
üzüntüyle yanıldığımı görüyorum. Yanlış anlama olmasın: Proje çok kötü
uygulandı, hedeflerini gerçekleştiremedi, amaçları yeterli değildi, iyi bir
örnek olmadı demiyorum. Tam tersine, proje tahmin ettiğimden de daha iyi
uygulandı. Semtte oluşturulan yerel proje bürosunda çok nitelikli uzmanlar,
fedakarca çalıştı. Bütün engellemelere rağmen semt halkı projeyi benimsedi,
tarihi yapılar çok çağdaş yöntemlerle onarıldı, semtin çehresi değişti, birçok
restorasyon çalışmasında olduğu gibi yıkıp yeniden inşa edilerek
dekorlaştırılmadı. Üstelik projeden ve uygulanan yöntemlerden kaynaklanmayan
birtakım sorunlar ortaya çıksa da, bunlar projenin başarısını engellemedi.
Peki ne oldu? Bu proje, İstanbul’daki yap-satçı kentsel dönüşüm modeline
kamusal bir alternatif getirmeyi amaçlıyordu. Bugünkü modelde İstanbul tekrar
eski yapsatçı kentsel dönüşüm modeline gerilemiş oluyor. Üstelik de piyasa
mekanizmalarının bütün zaaflarını, kamusal uygulamalara taşıyarak. Peki neden
belediye bugün bu pilot projeyi genişletmek, üstelik AB fonlarını kullanıp
vatandaşlarını memnun etmek yerine, bu program kapsamında onarılmış olan evleri
de yıkarak, farklı bir uygulama yapmak istiyor? Bu soru bence Türkiye’nin AB
macerasının neden onlarca yıldır bir hayal olarak kaldığına da bir cevap
oluşturacak nitelikte.
Yapsatçı kentsel dönüşüm
AB tarafından desteklenen Fener-Balat Rehabilitasyon
Projesi, iki aşamadan oluşuyordu. Birinci program kamusal nitelikte bir
iş olan fizibilitenin, sosyal programların ve uygulama sürecinin sonuna kadar
devam edecek mimari hizmetlerin halkın lehine olacak şekilde kâr amacı gütmeyen
kuruluşlar tarafından gerçekleştirilmesini hedefliyordu. İkinci aşamadaysa
uygulama işlerinin, bu kamusal program niteliğindeki çalışmanın hedeflerine göre
ihaleler ile gerçekleştirilmesini amaçlıyordu. Bu amaçla semtte bir proje bürosu
oluşturuldu ve şeffaf bir şekilde yürütüldü. Nitekim projeye uzman kuruluşlar,
Mimarlar Odası, enstitüler, STK’lar katıldı. Uygulamalarsa
gayet düzenli bir şekilde, hizmet alımları şeklinde ihalelerle gerçekleşti.
Ancak bu çalışmalar gerçekleştirilirken birtakım çevreler halkı yerinden
etmeyen, birtakım çevrelere haksız kazançlar sağlamayan bu projeden rahatsız
oldular. Bir taraftan AB ile ilişkilerde bir sorun çıkmaması için projeyi
benimser gibi gözüktüler ama arkasından birtakım dedikodular yaymaya ve halkı
projeden uzak tutmaya çalıştılar.
Söyledikleri şuydu: “Bu projeyi kabul etmeyin. Bu projenin arkasında
Patrikhane var. Evlerinizi elinizden alacaklar. Bu restore ediyoruz deyip
Patrikhane’ye verecekler.” Oysa yapılan çalışmanın hiç de böyle bir hedefi
yoktu. Tam tersine yapılan sözleşmelerde projenin spekülasyon yaratmaması için
evlerin belli bir süre için satılmaması koşulu getiriliyordu. Üstelik onarım
sürelerinde evsahiplerinin ve kiracıların taşınma ve geçici ev kiralama
giderleri de proje tarafından karşılanıyordu. Semtte yaşayanlar kısa bir süre
sonra dedikoduları yayan çevreler tarafından aldatıldıklarını anladılar.
Bir tek umut var
Bugün bu projenin yerine yapılmaya çalışılan uygulama, bu uygulamanın tam
tersini hedefliyor: İlk önce kamu tarafı bir şirketle anlaşıyor. Mal sahipleri,
metrekare bazında projeden yüzde 40 mertebesinde bir pay
alabiliyor. Bunun için de ya projede pay sahibi olarak yer alacaklar ya da
evleri zorla kamulaştırılacak ve şirkete verilecek. Yani rızalarının özgürce
alınması, katılımlarının kendi tercihlerine göre gerçekleşmesi söz konusu bile
değil. Proje yatırımcıların perspektifinden gerçekleştiği için yapıların,
restore edilenler de dahil, yıkılmasını gerektiriyor. Çünkü tek bir yapı
biriminde birlikte yaşayan aynı aileden fertler yerine apartman tarzında kat
mülkiyetine çevrilebilecek bir düzen öngörülüyor. Böylece semtte işyeri olanlar,
işyerlerini ve işlerini kaybedecekler. Ayrıca apartman nizamına geçildiği ve
giderler arttığı için genellikle düşük bir gelir seviyesine sahip olan semtliler
artık burada yaşayamayacaklar. Kısacası düşük gelirli insanlara “sizin bu semtte
yaşama hakkınız yok” diyen bir uygulama ile karşı karşıyalar!
Şimdi olan bitene bir bakalım: Bu AB projesinin uygulanması sırasında bu
dedikoduları yayarak halkı projeden soğutmaya çalışanlar, acaba şimdi tam da bu
haksız ithamları uygulamak için halkın karşısına dikilmiş olmuyorlar mı?
Siyaset bu tür haksız kazançlar ve gelir transferi mekanizması olarak
görüldüğü, arkasında gizli gündemler ve amaçlar olduğu sürece Türkiye’nin hem
mahalle ölçeğinde hem de ne kadar istese de, hukuk yolunda ilerlemesi bir hayal
olarak kalacak ne yazık ki.
Bugün bir tek umut var. Evinin penceresine afiş asarak ifade özgürlüğünü
kullanan ve belediyenin onlarca görevlisine karşı direnen vatandaş gibi
hukuksuzluk sayesinde sürekli kaybeden, haksızlığa uğrayan halkın artık yeter
demesi. Hukuk Türkiye’de yalnızca yapılan berbat restorasyon işlerine karşı
çıkan entelektüeller, sanatçılar, mimarlar ya da imzalanan ama uygulanmayan
UNESCO sözleşmeleri gibi uluslararası normlar aracılığıyla gerçekleşmeyecek.
Haksızlıklara karşı çıkan vatandaşların ve halkı hiçe saymayan, işini doğru
dürüst yapan, bağımlı olmayan profesyonellerin mücadelesi sayesinde
gerçekleşecek.