Eleştirel Kent Hareketleri



İstanbul S.O.S., daha önceki deneyimleri de alarak, ortak bir sesle eleştirel kentsel hareketin çıtasını yükseltmek üzere harekete geçiyor

Küresel krizin görünür kıldığı sorunlar akabinde “kentler insanlar içindir, kâr için değil” sloganıyla çıkış yapan, aralarında David Harvey gibi ünlü akademisyenlerin yer aldığı eleştirel kent araştırmacıları, neoliberal kentleşme biçiminin yıkıcılığına ve sürdürülemezliğine dikkati çekerek, eleştirel teori ve pratiğin daha adil bir kent için neler söyleyebileceğini tartışmaya başladılar.

İnsanları kârın önüne koyma talebinin aslında çoğunluğun hemfikir olduğu ortak bir arzu olduğuna işaret eden akademisyenler, tıpkı sağlık hizmetlerinde, eğitimde, hatta sanat alanında olduğu gibi kentin de neden kârdan önce insana hizmet prensibinin hayata geçirildiği, David Harvey’in deyimiyle bir “umut alanı” olarak ele alınamayacağını soruyorlar. Kentlerimizi hipertüketiciliğe ve rant mekanizmasına teslim eden ve kısaca neoliberal olarak tanımlayabileceğimiz, temel özelliği seçimle gelen yöneticilerin imkanları kârdan yana seferber etmek konusunda ana rolü oynamaları olan politikanın geriye çekilmesi için eleştirel teori ne yapabilir, ne önerebilir?

İşte geçtiğimiz pazar günü İstanbul’un Galatasaray Meydanı’nda bir gösteri yapan İstanbul S.O.S. sivil insiyatifi, ne yapabiliriz sorusuna Peter Marcuse’nin önerdiği stratejilerden ilkini gerçekleştirerek bir hareket yarattı. Eleştirel akademisyenlerin önde gelenlerinden Peter Marcuse, Eleştirel Planlama başlığı altında topladığı eylem önerisini “açığa çıkarmak, öneri yapmak, politikleştirmek” şeklinde özetliyor. Açığa çıkarmaktan kasıt, sorunların temel dinamiklerini analiz ederek kamuoyu ile paylaşmak. Öneri yapmak ile söylenen, kentsel dinamiklerden ve değişimden doğrudan etkilenenlerle birlikte çalışarak uygulamaya dönük öneriler, programlar, stratejiler geliştirmek. Ve politikleştirmek ise uygulama sürecinin gerçekleşebilmesi için yapılacak kurumsal ortaklıklar için zemin hazırlamak, günden güne süreci takip etmek, medya gibi kamuoyu görüşünü etkileyenleri bilgilendirmek ve politika sahnesinde alternatif bakış açılarını dillendirmek.

Bütün bu adımlar birbirine bağlı, birbirini besleyen süreçler. Bir zaman önce Sulukule Platformu tarafından yürütülen çalışmanın bir özeti bu. İstanbul S.O.S. şimdiye kadar oluşmuş çeşitli kent hareketlerinin deneyimlerinden de beslenerek, ortak bir sesle eleştirel kentsel hareketin çıtasını yükseltmek üzere harekete geçiyor.



İstanbul S.O.S. çok somut bir durumun üzerine giderek kampanyasını açıyor. Yerel ve merkezi yöneticileri İstanbul’un kültür mirasını tahrip etmekle ve Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu UNESCO tarafından İstanbul’un Dünya Miras Listesi’nden çıkarılmasını tavsiye etmesinin sorumlusu olmakla suçluyor. İstanbul S.O.S. sivil girişimi şimdiye kadar uluslararası koruma normları çerçevesinde yapılan uyarıları dinlemeyen ve kendi doğruları dışında farklı bakış açılarını hiç dikkate almayan yöneticilerin bu bağnazlıkları neticesinde tahribatın kalıcılığa doğru hızla ilerlediğine işaret ediyor. Yayınladıkları basın bildirisinde bu tavrın sadece kültür mirası alanlarının yönetimiyle sınırlı olmadığını, üçüncü köprüye, kentsel yenileme projeleriyle evlerini kaybeden binlerce kentliye referans vererek, İstanbul’un tümünün geleceğine damgasını vuran bir nitelik taşıdığını belirtiyorlar. UNESCO sayesinde gündemin ön sıralarına gelebilen “krizin” özünde İstanbul’un ele alınışında bugün baskın olan paradigmanın sorunları yatıyor.

İstanbul finans merkezi

Burda, belki bu sorunların en önemlilerinden birisi, yerel yönetimlerin, seçilmiş politikacıların politika yapmak yerine işleri oldu bittiye getirmeleri. İşin yerel ucunda Kadir Topbaş, merkezin başında da Tayyip Erdoğan tarafından dillendirilen İstanbul vizyonu otoyollarıyla, köprüleriyle, kurtarılmış turizm alanları, kruvaziyer gemilerine adanmış sahil kıyıları, özelleştirilen kamu alanlarında yükselen ve kentin fiziki dokusunu, kimliğini, insanını, ekolojik dengelerini hiçe sayan azman kuleleriyle bugünkü İstanbul’dan çok farklı bir kenti, kendi inandığı ve tek saydığı doğrular üzerinden varetmek üzere silindir gibi ilerliyor.

Geçen yıl İstanbul’da gerçekleşen IMF ve Dünya Bankası yıllık toplantısında yaptığı konuşmada Başbakan Tayyip Erdoğan gayet güzel ifade etmişti: “İstanbul’da belediye başkanlığı yaptım 4.5 yıl ve o zamandan bir hedefim, bir hayalim vardı, o da İstanbul’u bir finans merkezi haline getirme projesiydi. Tabii farklı merkezi yönetimler olduğu için İstanbul’umuzu o zamanlar bir finans merkezi haline getirmeye muvaffak olamadık. Şimdi ise merkezi yönetim bizde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi yine bizde. Oturduk konuştuk ve süratle dedik ki, İstanbul’umuzu artık finans merkezi yapma zamanı geldi.”

Kente ilişkin gelecek vizyonu tek bir politik parti tarafından böylece belirleniyor. Bu bir politika yapma biçimi değil, tek telden dikte ettirme rejimi. Bu rejimde sorunların konuşulup tartışılabileceği, müzakere edilebileceği kamusal alanlar ve fikri zemin daralıyor, farklı görüşleri savunanlar marjinalleştiriliyor.

Çok yakınlarda Kadir Topbaş tarihi miras alanlarının yönetimi ile ilgili endişelerini dile getirenleri suçlamıştı: “AKM’deki mahalle baskılarına benzer baskılar, Muhsin Ertuğrul’da bize yapılan o baskıların benzeri de maalesef UNESCO nezdinde yapılmakta. O çevreler malum, maalesef her şeye karşı olmayı hüner edinmiş, iş yaptırmamak üzere her gün sabahleyin evlerinden çıkan insanlar. Onların bu kent hayatını nasıl etkilediklerini de ben burada ifade etmek istemiyorum. Bu itirazlarda bulunanların bu kente kattıkları kaç tane eser var onu da bilmek isterim.”

Oysa, baskı yapmakla suçlanan bu çevreler, sorunları açığa çıkarıyor, farklı yaklaşımlar öneriyor, politika yapmaya çalışıyorlar: Topbaş’ın kente katmakla övündüğü söz konusu eserlerin uzun dönemde sürdürülemez, yüksek maliyetli, kenti pahallılaştıran, kentlileri büyük alışveriş zincirlerinin mekânlarına ve enerji sarfiyatı yüksek konutlara mecbur bırakan ve dahası yoksul ve fakir kesimleri yerlerinden ederek daha da fakirleştiren yaklaşımlar olduğunu, üstüne basa basa söylüyorlar.

İstanbul S.O.S., UNESCO “krizini” aşmak üzere çeşitli bilgi notları hazırladı: 5366 sayılı kentsel yenileme kanunun bugünkü uygulama şekliyle tarihi kentsel alanların doğrudan müteahhit-girişimci-sermaye gruplarına açılarak kentlinin haklarını ve kamusal yararı gözetme işinin özelleştirildiğini, tek tek kentlileri büyük sermaye grupları ile karşı karşıya getirerek vatandaşlık haklarının tüketicilik ve karlılık normları ile yer değiştirmeye zorlandığını anlatan, tarihi mirasın yıkıp yerine benzetilmiş binaların yapılması şeklinde korunamayacağını söyleyen, tarihi yarımadanın sadece turistlere bırakılması ile çokkültürlü dokunun ve küçük esnaf yapısının geri dönülmez biçimde çökeceğini anlatan, tarihi yarımadaya araç girişini azaltmak hedefiyle yapıldığı söylenen tartışmalı Haliç metro köprüsünün aynı yarımadaya tekerlekli araç trafiğini sekiz hat üzerinden sokacak Boğaziçi tüp geçiş ihalesiyle çeliştiğini açıklayan notlar bunlar.

İstanbul’da kent politikası sahnesinde varlıklarını tüm küçültücü çabalara rağmen ısrarla sürdüren eleştirel sivil hareketler gerçek anlamda politika yapacak muhatap arıyorlar. Gerçek politika yapma süreci farklı lisanların birbiri ile müzakeresini içerdiğinden “sağlıklaştırma”, “yerinde koruma”, “yapabilir kılma”, “karbon izi sıfır” gibi eleştirel kent hareketlerinin ana kelimelerinin ete kemiğe bürünmesi için de fırsat olacak. Belki en önemlisi, kentsel politika sahnesinin çok sesliliğe kavuşması ve eleştirel hareketlerin güncel olanla buluşarak öneriler, stratejiler geliştirmek yoluna girmesiyle fikri dünyamızın sınırları genişleyecek, ortak fikir üretim ve çalışma süreçleri sonucunda adil kente doğru şimdi hiç tahayyül edemediğimiz yolların ve çözümlerin ortaya çıkması söz konusu olacak.