2013 yılı Mart ayının son haftasında, metrobüsü kullanarak Yeşilköy yönüne gittiğim bir gün, Haliç Köprüsü’nden geçerken, Ayvansaray sırtlarındaki Tekfur Sarayı silueti gözüme takıldı. Zihnimde yer etmiş olan Tekfur Sarayı, Ayvansaray’dan Haliç’e doğru üst üste yığılmış kiremit örtülü yapıların en tepesinde, dört duvar, çatısız bir yapı idi. Ama bu sefer Saray da kiremit denizinin içinde kaybolup gitmişti ve kolay ayırt edilemiyordu.
Tekfur Sarayı’nın restore edileceğini iki yıl kadar önce duymuştum. O yüzden yapının üzerinde gördüğüm çatının, restorasyon amacıyla yapılmış koruyucu çatı olduğunu düşündüm. Koruyucu çatının üzerinde kiremidin ne işi var diye düşünmedim değil, ancak hem net göremediğim hem de böyle bir yapının çatısının kiremitle kapatılmış olamayacağını umduğum için, koruyucu çatı alternatifi ile kendimi teselli etmeye çalıştım. Ancak, ilerleyen günlerde net olarak anladım ki gerçekten de Tekfur Sarayı’nın çatısı kapatılmış ve üzeri de alaturka kiremit ile kaplanmıştı… Bu durum üzerine, Sulukule’yi de içine alacak şekilde planladığımız geziye Tekfur Sarayı’ndan başlama kararı aldık ve bu gezide yapının eksiklerinin nasıl “tamamlandığını” yakından görme fırsatımız oldu.
Bu projeyi birçok açıdan eleştirmek mümkün, yazının ilerleyen bölümlerinde, benim açımdan önemli olan iki noktaya değineceğim ama konuya projenin adı ile başlamak doğru olur diye düşünüyorum. Yapının çevresine kurulmuş olan şantiye paravanında “işin adı” şöyle yazılmış; “Tekfur Sarayı Tamamlama İnşaatı”. Mesleğim ve ilgilendiğim alan itibariyle, restorasyonu yapılan binaların tabelalarını yakından incelerim. Bu tabelaların çoğunda proje müellifinin adı yerine müteahhidin adının yazması ya da restorasyon ile inşaat kelimelerinin yan yana kullanılması sık rastlanan bir durumdur. Ancak “tamamlama inşaatı” ibaresi ile ilk kez Tekfur Sarayı’nda karşılaştım. Anlaşılıyor ki; proje müellifi ve işin sahibi olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi, yapılan işin bir restorasyon olmadığını, tam da tabelada yazdığı gibi “tamamlama” olduğunu vurgulamakta sakınca görmemişler.
Restorasyon aşamasında kirpi saçak uygulamasından, tarihi gravürlerde görülen kademeli kalkan duvarının kaldırılmasına, büyük ölçüde yıkılmış olan giriş katının, ayakta kalan sütun ve sütun başlıklarının kopyaları ile tamamlanmasına kadar bir dizi kararda bilim heyetinin katkısı olduğu, yine inşaat paravanında yer alan bilgilerden anlaşılıyor.
Ancak benim anlayamadığım, böyle önemli bir yapının kaderinin yalnızca bir mimarın fikrine, bilim heyetinin bilgi birikimine ve işlevi belli olmayan restorasyon projeleri yaptırmakla nam salmış belediyenin vizyonuna mahkum edilmiş olması. Türkiye coğrafyasında günümüze ulaşmış bir iki Bizans sarayından biri olan bu önemli yapı, daha katılımcı, dünyada örneklerini sıkça gördüğümüz bir planlama ve restorasyon sürecini fazlasıyla hak ediyor. Elbette yalnızca Tekfur Sarayı değil, Haliç Tersanesi, şehir surları ya da Salıpazarı antrepoları gibi bütün kamusal alanların dönüşümünde benzer yaklaşımların gözetilmesi gerekiyor. Aksi takdirde Tekfur Sarayı örneğinde olduğu gibi, neredeyse heykele dönüşmüş bir yapı, çatısı kapatılıp, araya kat atılarak “işlevlendiriliyor”.
Tekfur Sarayı’nda uygulanan proje, Türkiye’de restorasyon ile tasarım alanlarının birbirinden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Restorasyonun aslında bir tasarım konusu olduğunu içselleştiremediğimiz ve bu yönde başarılı örnekler üretemediğimiz sürece, Tekfur Sarayı gibi nice yapıyı “özgün haline dönüştürmeye” uğraşırız. Oysa bu konuda başarılı örneklerimiz var, ancak nedense gidişat olumlu yönde değil. 2001 yılında Mimar Gökhan Avcıoğlu’nun, Tekfur Sarayı gibi çatısı tümüyle yok olmuş ve dört duvarı kalmış Esma Sultan Yalısı’nın içine yerleştirdiği cam yapı, restorasyonun önemli bir tasarım konusu olduğunu kanıtlayan başarılı bir örnektir. Ayrıca bu tür örnekler, restorasyon alanında tartışma ortamı yaratabilecek bir zemin oluşturuyor. Ancak Tekfur Sarayı örneğindeki gibi özgün yapıyı taklit etme çabası, ne yazık ki herhangi bir tartışma zemini yaratamıyor. Aksine, yapıların geçmişiyle ilgili çoğu bilginin yok edildiği “yeni tarihi binalar” inşa etmiş oluyoruz.
Fotoğraflar: Barış Altan, Gizem Kıygı
Bu yazı YAPI Dergisi 381 Ağustos sayısında yayımlanmıştır.