Top oynarken komşunun camını kırdığınızda "Ben bişey yapmadım, topa hep öbür çocuklar vurmuştu" diyenlerden miydiniz? Türkiye küresel ısınma konusunda sorumluluktan kaçma yarışında diğer bazı "gelişmekte olan" ülkelerle birlikte bu rolü oynamayı sürdürüyor. Bir ara Çevre Bakanlığı'nın internet sitesinde "Türkiye geçen on yılda sera gazı emisyonlarında yüzde 65 artış sağlamıştır" yazıyordu. Tepkiler üzerine bu cümle kaldırıldı, ama mantık değişmiş değil. Üstelik Türkiye George W. Bush ABD'siyle her konuda yaptığı "stratejik ortaklığı" küresel ısınma konusunda da sürdürüyor ve Kyoto Protokolü'nden kaçmaya devam ediyor.
Küresel ısınmaya neden olan sera gazı emisyonlarının dörtte birinden tek başına sorumlu olan ABD'de Bush hükümeti inkâr politikasını sürdürüyor. Ne var ki eyaletlerde farklı eğilimler görülmeye başlandı. Aralarında Massachusetts ve New York'un da bulunduğu 10 kuzeydoğu eyaletinde ve Califor-nia'da federal hükümetin eğiliminin tersine ciddi emisyon sınırlamaları yapma kararı verildi. Üstelik inanması zor da olsa, Cumhuriyetçi Schwarzenegger tarafından yönetilen California eyaleti 2050'ye kadar karbondioksit emisyonlarını yüzde 80 azaltmayı hedefleyerek sıradışı bir öncülük yapıyor.
Yorumcular ABD'de kamuoyunun özellikle geçen yılki Katrina kasırgasından sonra küresel ısınma konusunda duyarlığının arttığını, Al Gore'un yaptığı "Uygunsuz Gerçek" belgeselinin de halk üzerinde etkili olduğunu söylüyor. ABD'deki iyimserlere göre tek engel olarak kalan Bush ve çetesi 2008'de gittikten sonra arkası çorap söküğü gibi gelecek. Petrol endüstrisinin Bush gittikten sonra çabucak teslim olacağını düşünmek biraz abartılı bir iyimserlik olsa gerek!
Üstelik niyet böyle olsa da, uygulamanın nasıl olacağı belirsizliğini koruyor. ABD Kyo-to'yu imzalamış olsaydı, 1990 rakamlarına göre emisyonlarında yüzde 7.0 azaltma yapması gerekecekti. Oysa 1990'dan bu yana ABD'nin karbondioksit emisyonları en az yüzde 15 arttı. 2012'ye kadar yapılması gerekecek olan yüzde 20'ye varan bir indirim enerji ve ulaşım politikalarında, dolayısıyla da yaşam biçiminde dramatik değişiklikler gerektirir.
Ekolojik sıçrama mümkün
Zaten tartışma artık, yaşam biçimini değiştirelim diyenlerle, teknolojik çözümler bulup yaşam standartlarımızı koruyalım diyenler arasında. Acaba bu tartışmalarla kaybedilecek zaman var mı?
Ya Türkiye?
Türkiye'de ise henüz ne hükümet, ne de kamuoyu düzeyinde böyle bir niyetin varlığından sözedilebilir. Türkiye henüz kendi payını küçümseme ve fosil yakıtlara dayalı kalkınma, yani karbondioksit salım hakkını savunma aşamasında. Peki gerçek ne? Türkiye gerçekten karbondioksit üreticileri arasında sözü edilmeyecek bir ülke mi?
Türkiye dünyanın en kalabalık 17. ülkesi
Milli gelir sıralamasında ise 19. sırada yer alıyor. Yani dünyada nüfus ve ekonomik gelir oluşturma açısından da en büyük 20 ülke ara-sındayız, tabii karbondioksit emisyonu sıramız da buna yakın. Türkiye 2004'te ürettiği 240 milyon tona yakın karbondioksit ve yaklaşık yüzde ı'lik payla ilk 20 ülkeye yaklaştı. Kişi başına karbondioksit üretiminde Türkiye elbette daha alt sıralarda, çünkü asıl bu bir sanayileşme ölçüsü oluşturuyor, ama Türkiye büyük bir ülke ve tüm büyüyen ekonomilerde olduğu gibi karbondioksit üretimi ve payı giderek artıyor. 1990'da 140 milyon ton olan üretimin 14 yılda 240 milyon tona ulaşması bunun bir kanıtı. Tıpkı Çin'in on yıl sonra karbondioksit üretiminde ABD'yi geçerek birinci sıraya yerleşmesinin beklenmesi, Hindistan, Brezilya, Endonezya gibi büyük ülkelerin paylarının giderek artması gibi, Türkiye'nin payı ve sorumluluğu da artacak. Üstelik Avrupa Birliği'nin yaklaşık yüzde 15'lik payıyla karşılaştırıldığında emisyon düzeyi İspanya ve Polonya'ya yakın olan Türkiye'nin yeri daha göze görünür hale geliyor.
Oysa Türkiye fosil yakıtlara dayalı büyüme stratejisinden vazgeçmiyor. Bunun en önemli göstergesi hükümetin yeni kömürlü termik santral planları. Enerji üretiminin yüzde 75'ini zaten fosil yakıtlardan sağlayan Türkiye'de hükümet, geçen yıl 24 yeni termik santral yapımını planlarına koymuştu. Bu yıl da bu yeni termik santralların nerelerde yapılacağı ortaya çıkmaya başladı. Önce Afşin-El-bistan termik santralının yeni ünitesi açıldı.
Sonra Bursa'nın Keleş, Tekirdağ'ın Saray, Çanakkale'nin Biga, Çankırı'nın Orta, Bolu'nun Göynük ilçelerinde termik santral kurulması, Afşin-Elbistan ve Kütahta Tavşanlı'ya yeni üniteler eklenmesi gündeme geldi. Kömürlü termik santralların çevrelerine verdiği zarar en çok Yatağan'ın senelerdir zehir soluması nedeniyle duyuluyor. Ama gerçekte başta Afşin-Elbistan olmak üzere tüm termik santral-lar aynı sorunu yaratıyor. Termik santrallar bir yandan çevre ve insan sağlığına zarar vermeye devam ederken, bir yandan da küresel ısınma yangınının üzerine körükle gidiyor.
Karbon tuzağı
Küresel ısınmanın oluşumunda bütün dünya çapında tek başına yüzde 3,2'lik paya sahip çimento sanayii de Türkiye'nin önemli karbondioksit üreticilerinden. Türkiye'de 57 çimento fabrikası var ve bunlar da tıpkı termik santrallar gibi hem çevre ve insan sağlığını tehdit ediyor, hem de küresel ısınmayı arttırıyor. Üstelik Kahramanmaraş'ta kurulmak istenen iki yeni çimento fabrikası halkın tepkilerine rağmen yapılma yolunda.
Türkiye önce küresel ısınmadaki payını arttırıp sorumluluktan kaçabildiği kadar kaçmayı, sıkıştığı noktada yine Avrupa'nın baskıyla yükümlülük altına girmeyi planlıyor. Oysa iklim değişikliğine çözüm arayan uzmanlar, bizim gibi ülkelere çok akıllıca bir yol öneriyor: Ekolojik sıçrama. Türkiye hazır sanayileşmiş ülkeler kadar ağır bir karbon tuzağına düşmemişken, enerji ve ulaşım politikalarında köklü bir değişiklik yapabilir. Az enerji üretip az ve verimli kullanmayı başarabilir. Yeni enerji yatırımlarını tamamen rüzgâr ve güneşe yapıp verimliliğin artışı sayesinde eski kömürlü santrallarım birkaç yıl içinde kapatmayı başarabilir. Böylece hem çevre ve halk sağlığı üzerindeki ağır baskı kalkmış, hem de küresel ısınmadaki payımız azalmış olur. Üstelik sonradan karbondioksit emisyonlarımızı azaltmaya çalışmanın bize çok daha pahalıya mal olacağı açık.
Seçenekler aslında son derece basit: Ya Bush'un suç ortağı olmaya devam edeceğiz ya da ekolojik bir sıçrama yapacağız. Hangisi kulağa daha hoş geliyor?