Ejjafjallayokull Yanardağı ve İstanbul'un Hakça Paylaşımı



Ejjafjallayokull yanardağını hatırlarsınız. Hani geçen aylarda İzlanda'dan lav ve kül püskürtüp dünyanın büyük bir bölümünde neredeyse tüm uçuşları imkansız hale getirmişti. Avrupa'nın çeşitli yerlerindeki havalimanlarında milyonlarca insan kül bulutları yüzünden günlerce, kimi yerlerde bir haftayı aşkın bir süre ile beklemek zorunda kalmış, evine dönemeyenlerin sinirleri gerildikçe gerilmişti. Zira yanardağın havaya saçtığı ve rüzgarla bütün Avrupa semalarında etkili olan küller jet motorlarının pervanelerine zarar veriyor, büyük tehlike oluşturuyordu. Ötesi, Ejjafjallayokull daha sonra yeniden patladı. Bu kez kriz daha çabuk aşıldı, uçuşlar ilk defasında olduğu kadar etkilemedi hayatı.

Bu sürede epeyce yazı, makale çıktı her yerde. Neydi bu Ejjafjallayokull, nerden çıkmıştı, neden böyle oluyordu? Bilim insanları bu sorunun yanıtını vermeye çalışıyordu. Tek başına jeologlara değil, meteorologlardan, sivil havacılık uzmanlarına, ziraatçılardan, elinde bavul, bekleme salonlarında uyumak zorunda kalanlara, kısacası herkesin hayatına tuhaf bir gerilim katmıştı bu doğa olayı. Okuduğum, dinlediğim bütün görüşler arasında en spekülatif olanı elbette dikkatimi en çok çekendi.

Spekülatif yanardağ senaryosu

Zira bu görüşe göre aslında Ejjafjallayokull'ün patlamasına sebebiyet veren şey bizatihi küresel ısınmaydı. Küresel ısınma yalnızca yer kabuğunun üzerinde bizlerin bitkiler ve hayvanlarla paylaştığımız alanı değil, bütün küreyi ısıtıyordu. Bu nedenle magma tabakası da genleştikçe genleşiyor, bulduğu en zayıf noktadan da kendini dışarı atıyordu. Böylece magma, daha fazla ısınmamak için dünyanın çeşitli yerlerindeki volkanlardan püskürmeye devam edecek, küllerini atmosfer tabakasının pek çok yerinde tıpkı İzlanda'da olduğu gibi salacak, böylece güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşmasına engel olmaya çalışacaktı. İnsan eliyle yaratılan aşırı salınım, sera gazı etkisi gibi sebeplerle ortaya çıkan küresel ısınmaya bizzat dünya karşı çıkacak, küller nedeniyle uçuşların aksaması bir yana dünyayı soğutacaktı.

Bu şekilde magma artık aşırı ısınmayacak, küresel ısınmanın olumsuz etkileri belki azalacaktı ama acaba küllerin yaratacağı bu soğumaya yer kabuğu üzerinde yaşayan mahlukat alışabilecek miydi? Bu acaba buzul çağının başlangıcı olabilir miydi? İnsanlık ani soğumaya yol açacak böyle bir değişime hiç de hazır değildi! Üstelik Ejjafjallayokull yanardağından püsküren küllerin, ilk olarak küresel ısınmaya yol açan etmenler arasında ilk beşi kaptırmayan uçakları engellemesi de manidardı.

İlginç bir yaklaşımdı. Az önce de söylediğim gibi spekülatif, ancak meseleyi insan üzerinden çarpıcı bir şekilde anlatan bir teoriydi. Demesi, insanlığın dünyayı hoyratça tüketmesi karşısında dengeler insan aleyhine değişiyor, bizatihi magma bunu engellemek için kendi üzerine düşeni yapıyordu.

Doğa ve kent bağlantısı

Ejjafjallayokull'ün yaptığı uyarı dikkate alınmalı, dünya hakça paylaşılan bir yer olmalıydı. Dünyayı neoliberalerin tahakkümüne terk ettikçe mekanizma bundan böyle kendi kendine daha sık ve çok daha sert bir şekilde devreye girebilirdi. Bu yalnızca iklim ile alakalı değil, sömürülen, birer rant alanı haline getirilen kentler, o kentlerde yaşayanlar için de geçerliydi oysa.

Bütün bu değişim süreci, aslında yaşadığımız hayatın zenginliklerinin doğru dağıtılmamasından, hasılı adaletsiz bölüşümden kaynaklanıyor. Dünyayı sahip olduğu tüm zenginlikler ile paylaşmak yerine, bir yerleşim birimini kaldırımlarına varıncaya dek satışa sunmak, para hırsının insanı nasıl canavarlaştıracağını da gösteriyor. Ejjafyallayokul yanardağının uyarısı küresel ısınmaya yol açanlara da, kentleri artık sosyal patlama noktasına taşıyan yerel ve merkezi idarelere de ciddi bir mesaj aslında.

Mesela İstanbul'u ele alalım. Taksim Meydanı'na yolu düşenler iyi bilir. Bugün artık kent müzesi ve sanat galerisi olarak kullanılan Taksim Maksemi'nin duvarına dokunmak ne mümkün. Yıllardır o bölgeyi panzerler, polis otobüsleri, çevik kuvvet timleri işgal eder. Meydanda kocaman bir alan bariyerler ile çevrilidir. Oradaki polis gücü ile devlet dünya aleme kendini kanıtlama çabasındadır. Halkın hareket alanını daraltarak verir mesajını. Devlet halkın olanı elinden alır, bir daha da geri vermez.

Tarlabaşı, 6-7 Eylül, göç, vs...

Az ilerisinde bugün yaygın olarak Tarlabaşı bulvarı diye bildiğimiz cadde de aslında uzun vadeli bir planın parçası değil midir? Tarlabaşı aslında Türkiye'de göçün, azınlıklara yönelik ırkçı, ötekileştirici tutumun simgelerinden birisi. Gelir dağılımı adaletsizliği nedeniyle göçe zorlanan fakir Türkiye halklarının İstanbul'daki ilk ve önemli duraklarından birisi. 6-7 Eylül olayları sonrasında yüz yıllardır yaşadıkları ülkelerinden kaçmak zorunda kalan azınlıkların boşalttığı evler, göçle İstanbul'da yaşamaya mahkum edilenler tarafından işgal edilmeye başlar. Bir kısım göçmen de hazine arazileri üzerinde gecekondularını yaparlar aynı dönemde. Önceden tek bir ailenin yaşadığı bu evler bölünür, göçün yükünü omuzlamaya başlar. Odalar mafya tarafından bekarlara kiralanır.

1970’li yıllarla beraber ortaya çıkan ve bugünlerde pek kullanılmaz olan "Beyoğlu’nun arka sokakları" sözü buradaki toplumsal dönüşüm ve göçler nedeniyle ortaya çıkan yeni düzeni - düzensizliği tarif etmek için kulanılır olmuştu. 1980'de ise Bedrettin Dalan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde küçük bir cadde olan Tarlabaşı Caddesi'ndeki 350 tarihi nitelikli yapıyı izinsiz bir şekilde yıkarak şu andaki Tarlabaşı Bulvarı'nı açması, özellikle bölgenin Taksim'den tamamen koparak içine kapalı bir alan haline gelmesine neden olmuştu artık. Geniş bulvar ile kentin rant alanı, göçmenlerden net olarak ayrılmış, gettolaşmış, Cadde-i Kebir de tam egemenlerin istediği gibi tek başına kalmıştır.

Bugün İstiklal Caddesi’nde yaratılan yeni yatırım alanları, eski binaların yıkımına, yok pahasına sermaye sahiplerine satılmalarına, Emek sineması gibi değerlerin tüketilmesine sebep oluyor. Emek sinemasının bulunduğu binanın da bir alışveriş merkezine satılmasının ardından Beyoğlu’nun en önemli binalarından birisi daha rant alanının orta yerinde, üstelik tüm toplumsal itirazlara rağmen paraya tahvil edilmiş bulunuyor. İstanbul’un en ünlü profiterolcüsü İnci Pastanesi ise hala onurlu direnişini sürdürüyor, binanın yeniden yapılmasının ardından "food court"a taşınma fikrinden herkes gibi pastanenin sahibi de hiç hoşlanmıyor.

Demirören’in AVM’si

Demirören’lerin hali hazırda inşaatı devam eden inşaatı ise başka bir sorun alanı. Emek Sineması’nın yıkım tehlikesi ile karşı karşıya gelmesiyle birlikte gündemden biraz düştü bu alışveriş merkezi. Geçen aylarda yürürken fark ettim. İstiklal Caddesi’nin meşhur Çin’den ithal granit kaplama taşları, tam da bu inşaatın yakınlarında kırılmış, parça parça olmuştu. Belli ki insanların yürümesine uygun biçimde hazırlanan karo taşlar, bu inşaata kamyonlar tarafından taşınan binlerce ton inşaat malzemesinin ağırlığını kaldıramamış, kırılmıştı. Tıpkı 20 Temmuz salı sabahı olduğu gibi, belediyeye çalışan taşeron firmanın örgütsüz işçileri, kırılan karoları olabildiği kadar onarıp yola yama yapıyordu. İstiklal Caddesi’nde ellerinde kürekler ve malalar, Demirören’in kamyonlarının kırdığı taşların tamiri emekçilere kalmıştı. Oysa Beyoğlu belediyesi bundan bir yerel seçim önce değiştirdiği taşlar için halktan milyonlarca lira almamış mıydı? İnşaat bittikten sonra Demirörenlerin yol açtığı bu tahribatın faturasını kim ödeyecek peki? Biz mi, asıl sorumlu mu? Siz verin yanıtını...

Padişahın orada ne işi var?

Tüm bu rant kavgasının, kırık yer kaplamalarının arasında, insanlığın en büyük düşmanı ırkçılık da kendisini gösteriyordu. Yunanistan Başkonsolosluğu’na ait Şişmanoğlu Konağı’nın tam karşısındaki bir başka alışveriş merkezinin önündeki panolara Osmanlı padişahı kostümlü bir takım adamların fotoğrafları konmuş, ürün pazarlanıyor. Bir elektronik firmasının reklamları için yapılan bu kampanya ile Yunanistan Bayrağı’nın dalgalandığı konsolosluk yetkililerine, “Osmanlıyız, elinizden İstanbul’u aldık, oh olsun!” demeye getiriyorlar yani. Rumlardan, Ermenilerden Yahudilerden arındırdıkları binaları birer birer peşkeş çekip, örneğin Emek Sineması’nı tarihin karanlıklarında yok etmeye hazırlanan yerel yönetim, tabela vergisini aldığı bu ırkçı meydan okumaya karşı sessizdi, para her şeydi, zaten kendisi de yeni Osmanlı!

Ejjafjallayokul’ün külleri üzerimize düşerken, tıpkı yazının en başında sözünü ettiğim spekülatif tez kentler için de geçerli. Kent, içinde yaşayanları arasında doğru paylaşılmıyor. Çarpık yapılandırılıyor bu kent. Irkçı saiklerle zorla yerinden edilen asıl sahiplerinin mallarına el konuyor. Emek Sineması gibi yakın tarihimizde çok önemli yerleri olan kurumlar yok edildiği, kent doğru paylaşılmadığı sürece bir gün İstanbul da püskürecek, yaratacağı kül bulutu ile kendisini tahrip edenlerden hesabını soracak. Peki ey yönetici takımı! Siz İstanbul'un buzul çağına hazır mısınız?