Eğreti Sosyal Devletin Yükselişi



29 Mart yerel seçimleri yaklaştıkça hükümetin ve belediyenin çeşitli sosyal yardımları ve bu yardımlar hakkındaki eleştiriler giderek yükseliyor. Kırdan kente göçle birlikte artan enformel ekonomi ve bununla paralel büyüyen kent yoksulluğu, siyasetin üzerinde şekillendiği önemli sosyal zeminler oldular.

Geçmişte gecekondu afları ile yaratılan memur seçmenler şimdilerde kent yoksullarına yapılan yardım üzerinden yeniden yaratılmaya çalışılıyor. Bu manzara esasında, kökleri armağan veya simgesel değiş-tokuş kültürü olarak bilinen “potlaç”ı akla getiriyor. Antropolojik ekonomide artı ürünün ilkel bir referansla yeniden dağıtım mekanizması olarak yer alan “potlaç” kültürü, bugün seçmenin aldığı yardımlar karşısında oy ile değiş-tokuş ilişkisine girmesini anlamlı kılan bir tarihsel aktarımdır. Dinsel olarak zekât şeklinde kendini gösteren potlaç, bugün devlet mekanizmasına da sosyal devletin eğretileşmesi aracı olarak sokulmaya çalışılmaktadır.

Eğreti Kamusallıktan Eğreti Sosyal Devlete

Sosyal devlet genel olarak, “devletin sosyal barışı ve sosyal adaleti sağlamak amacıyla sosyal ve ekonomik hayata aktif müdahalesini gerekli ve meşru gören bir anlayış” olarak tanımlanmaktadır (Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku). Kısacası devletin sosyal alana müdahalesi anlamına gelen sosyal devlet, tarihsel olarak bir dizi ekonomik, sosyal ve siyasi dönüşüm sonucunda doğmuştur. Gerekçesi ise ekonomik ve sosyal açıdan eşitsizliklerin giderilmesi ile bundan kaynaklı oluşabilecek toplumsal başkaldırıların da önlenmesidir. Bunun sonucunda hem devlet düzeninin hem de toplumsal düzenin kontrolü sağlanmış olur. Avrupa bunu bir “sosyal uzlaşma” olarak sosyal vatandaşlık temelinde “refah devleti” şekline dönüştürebilmiştir. Batı, “Tanrı sizi korusun!” sözündeki mutlak güvenceyi devlete doğru kaydırmayı başarırken, bizde “Allah’a emanet ol!” sözü Batıdakinin aksine, giderek risklerin arttığı ve güvensizliğin yaygınlaştığı ortamda toplumsal bir ruh hali almaya başlamıştır. Bunu Türkiye’de insanların birbirlerine olan güvensizlik boyutundan da görebilmek mümkündür.

Diğer taraftan tarihsel olarak, kapitalist dünya ile komünist dünyanın karşılıklı diyalektik ilişkileri çerçevesinde kıta Avrupa’sındaki izdüşümünü de yukarıdaki duruma eklemek gerekmektedir. Zira Sovyetler Birliğinin kapitalist batıda eşitlikçi bir model olarak ezilenler için bir alternatif oluşturabilme tehlikesi de sosyal devletin kurumsallaşmasında etkili olmuştur. Dolayısıyla sosyal devlet, “devlet”in özsel bir niteliğinden çok, tarihsel bir biçim olarak şekil kazanmıştır. Bununla birlikte sosyal devlet, halka yakın durma hali olmasının yanında onu kontrol etme mekanizması olarak da işlev görmüştür/görmektedir.

Robert Castel, “Sosyal Güvensizlik” (2004, İletişim Yay.) adlı eserinde modern toplumların güvensizlik toprağı üzerine inşa edildiklerini, bireyin yaşam kalitesini yükseltilmesine koşut olarak onu dayanıksız da kıldığını belirtir. Ancak güvensizlikler içinde sivil güvenliğe (mal ve kişi güvenliği) ilişkin batı ile aynı çözümleri paylaşıyor olmamıza karşın sosyal güvenlik konusunda aynı gelişimi gösterdiğimiz söylenemez. Bunun altında soysal devletin Türkiye’deki niteliğinin giderek eğreti bir hal alması yatmaktadır. Sosyal devletin eğretileşmesinde esas olarak kamusal alanın tahrifatının bulunduğunu söyleyebiliriz.

Milli Görüş geleneğinden gelen siyasi kadroların yönetimindeki Kayseri Belediyesi özelinde İslamcı belediyecilik anlayışın ekonomi-politik analizini yapan Ali Ekber Doğan “Eğreti Kamusallık” (İletişim Yay.,2007) kent mekânının toplumsal olanla mekânsal olanın diyalektik bir ilişki olduğundan hareket etmekte ve bu karşılıklı etkileşimde sermaye birikim sürecinin nasıl oluşturulduğuna dikkati çekmektedir. Buna göre, mekanın üretimini, onu artık pazarlama ve rant nesnesi şeklinde gören ve değişim değeri üzerinden şekillendiren anlayış belirlemekte, buna karşın toplumsal sınıfların/aktörlerin şekil verdiği ve kullanım değeri ne göndermede bulunduğu yaşamın yeniden üretildiği mekan ise giderek bozulmaktadır. Belediyenin kamucu ve üretici niteliğinin neo-liberal anlayışla törpülendirilerek, kaynakların, harcamaların mal ve hizmet alımı ve ihalecilik yoluyla inşaat-konut ve ticaret sektörüne aktırılması ile “hayırseverlik” adı altında yapılan yardımlar, yoksulluğun geleneksel-kültürel değer kodları ile yeniden üretilmesini sağlamıştır. Kamusal alan böylelikle insanların müzakere sürecine aktif katılabileceği haklar ve sorumluluklar sürecinden arındırılmaktadır. Modern kamusallığın temel dayanaklarından olan kolektif üretim hizmetlerin (kamusal hizmetler) özelleştirilip piyasaya bırakılması, belediyenin yukarıdan aşağıya ‘himayecilik’ hegemonyasını gütmesi ile kent halkının inisiyatif geliştirmesi engellenmiş ve “eğreti kamusallığın” ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu eğretileşme AKP’nin neo-liberal politikaları ile birlikte sosyal devlete kadar uzanmıştır. Bunun bazı görünümleri şöyle sıralanabilir:

- Bugün iktidarın sosyal devleti uygulayışı ve yoksullukla baş etme şekli halkın aile-mahalle-cemaat eksenli “enformel” sosyal dayanışma biçimi gibidir. Sosyal perakende yardımlar sosyal devletin işlevinden çok, devletle toplum arasında bir dayanışma biçimi olarak “eğreti” bir anlam kazanmaya başlamış, “kronik yoksulluğu” beslemiştir.
- İşsizlik, yoksulluk ve güvencesiz çalışma konularında planlı ve yapısal çözümler getirmek yerine kısa vadeli çözümlere gidilerek temel sorunlar sadece “idare” edilebilir düzeyde tutulmuştur. Sosyal devlet, yaygın bir sigorta olarak her türden toplumsal risklerin azaltılması yönünde çaba sarf eder. Oysa AKP riskleri azaltmayı değil, ertelemeyi amaçlamaktadır.
- Bununla birlikte Türkiye’de hükümetin sosyal alana müdahalesini, sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda yöneldiği bir meşrulaştırma politikası olarak görmek gerekir.
- Eğreti sosyal devlet, işgücü piyasasında standart dışı, güvencesiz esnek çalışma biçimi olan “eğreti istihdam”la da bütünleşmektedir. Ekonominin yarısının kayıt dışı olduğu ve esnek üretim ve çalışma sisteminin yaygınlaştığı bu süreçte “eğreti sosyal devlet” güvencesiz ortamın oluşmasını önlemenin aksine onun derinleşmesine neden olmaktadır. Diğer bir deyişle “faal sosyal devlet” yerine “esnek sosyal devlet” modeli uygulanmaktadır.
- Toplumda sosyal güvenlik mekanizmalarının yokluğunu giderek cemaat ve etnik kimlik gibi aidiyetlerin doldurması bu açıdan kaçınılmaz olmaktadır.

Bunlar daha da arttırılabilir. Sosyal devletin faal bir şekilde uygulanması toplumsal çıkarı uzun vadede tesis edebilecek sosyal politikalarla mümkündür. Dolayısıyla neo-liberal özelleştirme politikalarının devleti küçültme anlayışı ile yardımların sosyal devlet adı altında sunulması arasında zaten paradoksal bir durum vardır. Brezilyalı Başpiskopos Helder Passoa Camara’nın "Yoksullara yiyecek verdiğimde, bana aziz diyorlar. Yoksullara neden yiyecekleri olmadığını sorduğumda, bana komünist diyorlar " sözü, hem bu paradoksa hem de başbakanın yapılan eleştirileri “bunlar komünist yaftalarıdır ” şeklindeki ifadesine bir ayna niteliğindedir.

Arş. Gör. Ercan Geçgin / Ankara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü