Edirne. I.Murat’ın verdiği adıyla Edrine. Romalı ismiyle Hadrianopolis. Bir başka ismiyle Orestia. Osmanlı’nın İstanbul’dan sonra en çok önem verdiği kenti, başkenti. Bursa’nın ve İznik’in izlerini taşıyan, başyapıtların önce provalarının, sonra da onlardan birinin inşa edildiği bir geçiş kenti. Olayların ve dönemlerin aktörlerinin yapılara kazındığı, Osmanlı’nın yapılarla damgasını vurduğu, yeşilin mavinin üzerinde duran bir kitabe.
Meriç’in kollarında hayat bulan bu dramatik coğrafya, mimarlıkla kurabileceği tüm boyutlarda ilişki kurmuş. Köprü olmuş, kervansaray olmuş, han olmuş, tapınak olmuş, şifahane olmuş (hastahane değil), hamam olmuş, medrese olmuş, çeşme olmuş, saray olmuş bereketli toprakların yöneticiliğini üstlenmiş. Sinan’ın ilham aldığı ve dünyaya söylediği en önemli sözün mekanı olmuş. Hem farklı türde yapıların, hem de aynı türe ait farklı tiplerin görüldüğü bir kronolojik yapı alayı.
Edirne tarihteki kahramanlıkların, başarıların, işgallerin bir ifadesi olan yapıları ve izleri barındırırken, öte yandan hem tarihsel hem de mekansal açıdan yapılan hataların, ayıpların yüze vurulduğu da bir yer. Eski kentin XIX. Yüzyıla kadar gelen sur duvarları dönemin valisi Hurşid Paşa tarafından, çeşitli binaların yapımına yer açma gerekçesiyle yerle bir edilmiş. 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı’nda (1877-78) Edirne Sarayı cephanelik olarak kullanılmış ve cephanenin yaklaşan düşmanın eline geçmesi korkusuyla bu tarih hazinesi havaya uçurulmuş (Tarih bilgim beni yanıltmıyorsa Partenon da benzer bir tecrübeyi yaşamış). Koca saraydan bir Adalet Kulesi, bir küçük hamam ve bir kaç duvar izi kalmış. Paha biçilmez çinileri olan Muradiye Cami, çinilerinin çalınma girişimi ile tahrip edilmiş. Çeşitli vesilelerle yağmalanan kentten değerli eserler kaçırılmış.
Sadece güzel yapılara değil, çok özgün ve güzel bir doğaya da sahip Edirne. Bir kent ama, şiirsel pastoral-kırsal peyzajı içinde, hemen yanı başında. Padişahlar, İstanbul’a rağmen o güzellikten asla vazgeçmemişler. Irmaklar, köprülerle taçlandırılmış, yanı başlarında saray ve köşkler inşa edilmiş. O lezzetli peynirler; o ırmakların, toprakla, insanla ve diğer canlılarla buluşması sonucu ortaya çıkan kültürel bir değer.
Günümüzde, sanayi kuruluşlarının kontrolsüzce atık alanı haline getirdikleri ırmaklar, çevre için son derece tehditkar bir hal almış durumda. İnsan yetkililerin ağzından, “Biz farkındayız, onun için şu önlemleri aldık” gibi sözler duymak, sonuçlarını görmek istiyor.
Alıp alıp verdiğimiz Karağaç’ın sayfiye yeri olma özelliğini, ne Meriç’in kirlenmesi, ne de nüfusunu kaybetmesi silememiş. Faytonların gezdiği, ızgara planlı ve kocaman ağaçlarla çevrili yolların kıyısındaki kahvelerinde otururken, plajın hemen yakınlarda bir yerlerde olacağı hissine kapılıyoruz.
Mimar Kemalettin’in eseri olan Edirne Garı (1913), üzerinde malum biçimde takılmış klimalarıyla yaşamanın bir yolunu bulmuş. Kuleli merdivenleriyle, simetrik ve aksiyel mimarisiyle, resmi ve ağırbaşlı duruşunu muhafaza ediyor. Yapı, önündeki hiç bir yere gitmeyen kara lokomotif ile geçmişini ve geleceğini konuşuyor.
Yapılara ilgi gösterildiği, sanki yeni yapılmışlar gibi durmalarından hemen fark ediliyor. Ben restorasyon uzmanı değilim ama restorasyon adı altında yapılara ağır bir müdahale yapıldığı izlenimine kapılıyor insan. Bunun bir arası olmalı. Eski olanın eskiliğinden utanmamalı. Pürüzlülüğü, solgunluğu sevilmeli; yaşadıkları yüzünden gözünden okunmalı. Bu gurur, plastik cerrahi müdahalenin kurbanı olmamalı. Yüzyıllardır depreme, yangına, fırtınaya rüzgara, kara, yağmura, işgale ve yağmaya rağmen ayakta kalan bu yapılara hem bina ölçeğinde, hem de onları bir arada tutan bir çerçeve, bir geri plan olarak görebileceğimiz kentsel boyutu ile gereken sürekli-ölçülü değer mutlaka verilmeli.
Edirne’nin yüzyıllara dayalı heybet ve güzelliği, tüm kentlerimizde olduğu gibi, taşıtların ve özensiz peyzajın keşmekeşi içinde kalmış. Göreceli olarak büyük bir kent sayılmaz Edirne. Yapıların önündeki parçalı peyzaj, araçların, yayaların ve tabelaların yarattığı karmaşa o güzelim yapıların ve kentin bütünlüğünü ağır bir biçimde zedeliyor. İnsan hiç olmazsa Eski Cami, Üç Şerefeli Cami ve Selimiye arasındaki üçgende tabelasız güzel fotoğraflar çekebilmeli. Bir avuç yere toplanmış bu denli değerli yapı, kent sakinleri ve tabii ki bu değerli kenti ziyaret eden misafirler, böyle bir kaosun içinde yaşamaya mahkum edilmemeli.
Eleştirilerin yanı sıra geliştirici ve iyileştirici fikirlerin duyulması ve paylaşılması adına kentsel planlama ve tasarım ölçeğinde, yalnızca Selimiye ve çevresi için değil, tüm kenti içeren yarışmalar açılması ve kentin bu kapsamda yeniden ele alınması çok yararlı olacaktır.