Tamam, belki Eurovision’da finale
kalamadık ama Selimiye Camii’nin UNESCO Dünya Kültür
Mirası Listesi’ne alınmasıyla tüm dünyaya şanlı geçmişimizi bir kez
daha kabul ettirdik. Bu önemli başarıya imza atarak bizleri sonsuz gururlandıran
tüm devlet görevlilerini, akademisyenleri, uzmanları ve de “bu ülkede iyi şeyler
de oluyorcuları” canı gönülden kutluyoruz.
Liste’ye girmek için kriterler
Bu vesileyle, Dünya Kültür Mirası Sözleşmesi’ne taraf
ülkeler ile UNESCO arasında süregiden alışverişin bazı
detaylarına dikkat çekmekte fayda var. 1972 tarihli Sözleşme koşullarına göre
taraf devletler, ilgili kurumları aracılığıyla bir ulusal liste hazırlıyor ve
Dünya Kültür Mirası Komitesi’ne sunuyor. Bu bağlamda sözleşmeye
taraf olan ulus-devletler dışında herhangi bir oluşum UNESCO tarafından
tanınmıyor.
Komite, aday gösterilen yerlerin “özgünlüğü” ve “insanlığın ortak evrensel
mirası” olup olmadığıyla ilgileniyor ve teknik değerlendirmeyi uluslararası
uzman kuruluşların temsilcilerine bırakıyor. Bu uzmanlar da aday yerlerin
“evrensel değerleri”, yaratıcı “dehayı”, kültürel ve doğal “çeşitliliği” ve
“güzelliği” yansıtıp yansıtmadığını ölçerek Komite’ye önerilerini sunuyor. Her
yıl toplanan Komite de adaylar arasında tercihini yapıyor. Elbette, listeye
kabul edilen yerlerin özgünlüğünü, evrenselliğini ve bütünselliğini korumak
amaçlı “alan yönetim planlarının” uygulanması tamamen devletlerin
sorumluluğunda.
Neoliberal ortak payda
Ancak, listenin tarihsel gelişim sürecine ve halihazırda listeye alınmış
yerlerin niteliklerine ve ülkelere göre dağılımına baktığımızda, evrenselci
ideallerin Avrupa seçkinlerine özgü bir tarih yazımı ve demokratikleşme
tahayyüllü üzerinden gerçekleştiğini yadsımak mümkün değil. Hal böyle olunca,
Sözleşme’ye taraf olmuş devletler de listeyi kendi seçkinlerinin tarih
yazımlarını ve demokratikleşme tahayyüllerini sergileyebilecekleri bir mücadele
alanı olarak algılayarak hareket edegelmişler. Özellikle de Türkiye gibi
modernizasyon tarihi “Avrupalılaşmadan Avrupalılaşma” itkisiyle belirlenen bir
ülkede bu mücadele alanı daha bir anlamlı olmuş.
Şovenistliklerin çarpıştırıldığı bir alan olmasına rağmen, Sözleşme’nin taraf
ülkeleri ortak paydada buluşturan en önemli özelliği neoliberal ekonominin
gerekleriyle uyumlu getirileri. Komite sekretaryası tarafından hazırlanan
tanıtıcı broşürlere bakacak olursak, listede bulunmak aday ülkelere “statü”,
“prestij”, “turistik çekicilik” kazandıran ve “uluslararası kaynak” ve “teknik
yardımlara” ulaşma imkanını artıran süper bir durum. Özellikle de Dünya Bankası
gibi kuruluşlardan gelecek desteklerin büyük önemi var.
Ne yazık ki, bu prestij ve paralara konmak için yapılması gerekenlerin neler
olduğu konusunda hükümetler, yerel belediyeler ve projelerde yer alabilmek için
sırada bekleyen akademisyen ve uzmanlar ciddi sorunlar yaşayabiliyor. Listeye
alınan yerlerin “sınırlarının” belirlenip “otantik” haline en uygun duruma
getirilmesi ve müzeleştirilerek turistik paylaşıma açılması politikası, para ve
prestijden nasibini almayı umanların uzlaştığı bir yaklaşım olarak geçerliliğini
koruyor. Bu esnada yerleşik halkın farklı yerlerde iskana zorlanması da küçük
bir ayrıntı.
Kültür mirasında Türkiye
Türkiye, Sözleşme’ye 1983’te, meşhur 2863 sayılı Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kanunu’nu meclisten geçirdiği sırada taraf oldu.
Küçük bazı değişikliklerle halen yürürlükte olan bu kanun kapsamında, Özal
hükümetinin öngördüğü yağma usulü yapılaşmanın önündeki en önemli engel olarak
görülen Anıtlar Yüksek Kurulu kaldırıldı, Bakanlık tarafından
seçilen kişilerden oluşan Koruma Kurulları devreye sokuldu.
Dünya Kültürel Mirası Listesi’nde görünür olma çabası da bu sırada Özal
hükümetinin Nisan 1987’de Avrupa Birliği’ne yaptığı ancak hezimetle sonuçlanan
üyelik başvurusunun bir parçası olarak kurgulanmıştı. Gerçekten de, Selimiye
Camii’nin kabul edilmesine kadar listede bulunan dokuz yerimizin yedisi (Sivas
Divriği Camii, İstanbul Tarihi Yarımada, Kapadokya, Hitit başkenti Hattuşa,
Nemrut Dağı, Pamukkale ve Xanthos) Özal hükümetinin 1984-1987 arasında yaptığı
girişimlerin sonucudur. Listeye daha sonra çeşitli zamanlarda birçok aday
gösterildi ancak 1994’te kabul edilen Safranbolu ve 1998’de kabul edilen Truva
sit alanı dışında herhangi bir yer kaydedilmedi. Selimiye’nin 13 yıllık bir
aradan sonra listede yer alması bu anlamda önemli bir başarı.
Son yıllarda Komite, evrensellik kavramının içini kendince doldururak ulaşmak
istediği naif ideale yaklaşmak şöyle dursun, Sözleşme’ye taraf ülkelerin
milliyetçi tarih söylemlerini azdırdığının ve neoliberal politikalar kapsamında
neden olduğu insan hakları ihlallerinin farkına geç ve güç de olsa varmaya
başladı. Anlaşılan o ki, kültür mirasının değeri, evrenselci, milliyetçi veya
neoliberal tahayyüllerin erişemediği bir yerlerde yatıyor. Bu “değer”, sınırları
haritada belirlenmiş bir bina kompleksinin taşı-duvarında kullanılan malzemede,
bu taşa-duvara bakmaya gelenlerin sağlayacağı turizm gelirinde veya Dünya
Bankası’ndan gelecek paracıklarda değil; bu taşla-duvarla beraber yüzlerce
yıldır beraber varolan insanların kültürlerinde yaşıyor. UNESCO bu
farkındalıkla, 2003’te “Somut Olmayan Kültürel Mirası Koruma Sözleşmesi”ni,
ardından da 2005’te “Kültürel İfade Çeşitliliğinin Korunması ve Yükseltilmesi
Sözleşmesi”ni kabul etti.
Bu kapsamda, geçmişin kültürel çeşitliliğini bağrında yaşattığını göstermeye
hevesli hükümetimizin, aynı hevesi günümüz kültürel çeşitliliğini yaşatmakta
gösterdiğini söylemek oldukça zor. Türkiye, Somut Olmayan Kültürel Mirası Koruma
Sözleşmesi’ne hemen taraf oldu. Bu hızla, Mevlevi Sema seremonisi, meddahlık,
Karagöz, Aşık geleneği, Bektaşi semah seremonisi, Kırkpınar yağlı güreşleri ve
sohbet geleneği gibi en basit tabiriyle ataerkil bir milliyetçiliğin kabul
edebildiği çeşitlilikte bir buketi Somut Olmayan Miras Listesi’ne kaydettirdi.
Ancak, tahmin edilebileceği üzere ülkemiz “Kültürel İfade Çeşitliliğinin
Korunması ve Yükseltilmesi Sözleşmesi”ne taraf olmadı. Böylece evrensel
değerleri, ulusal hükümetlerin kendilerince yorumladıkları bir resmi tarih
söylemi içinden oluşturmanın önemi de UNESCO’ya hatırlatılmış oldu.
Her zamanki pragmatik yaklaşımlarıyla büyüklerimiz, işlerine gelen sözleşmeye
imza atıp işlerine gelmeyeni görmezden gelerek çok stratejik davrandıklarını, bu
vesileyle dünyanın ve milletin gözünde prestij, statü ve paralarını artırmaya
devam ettiklerini düşünüyor olabilirler. Hatta, Selimiye vesilesiyle,
Hasankeyf’te verilen mücadeleyi, İstanbul’un “tehlikedeki miras” listesine girme
korkusunu ve tüm kültür mirası politikalarının ardında gözetilmesi gereken İnsan
Hakları Sözleşmesi’ne yapılan sayısız ihlali unutarak, milletçe hem birbirimizle
hem de dünyayla hellaleşebileceğimizi umuyor olabilirler. Bunca emeği geçenin
sevinçleri kursaklarında kalmasın. Unuttuk diyelim olsun bitsin...