Ölüm konuşmaya başladı artık. Hüzün gelip oturdu
başköşeye. Gayrı ne söylesek, ne desek hepsi boş… Hiçbir bahane, hiçbir açıklama
yitip gidenleri geri getiremez artık… İstanbul’da ve
Trakya’da yaşadığımız sel felaketinde
kayıplarımızın sayısı her geçen saat artmaya devam ediyor. En büyük metropolümüz
dediğimiz kentte, tır garajında yaşamını kaybeden şoförlerimizin ölümünden,
tekstil işçisi taşıyan minibüste yaşamını kaybeden gencecik kızlarımızın ölümüne
varıncaya dek kaybettiğimiz tüm vatandaşlarımızın ölümünde birçok suçlu
arayabiliriz. Ranta kurban edilen İstanbul, çarpık yapılaşma, dere yataklarına
inşa edilen konutlar, bunlara göz yumanlar ve tüm bu yaşananlara ses çıkarmayan
bizler..
Yaşadığımız felaket maalesef ben geliyorum diye diye geldi. Bizler nasıl ki
14 yıl önce yine İkitelli’de yaşadığımız selde “yağmur yağdı böyle oldu”
türünden değerlendirmelerle sorunları görmezden gelip yok saydıysak, bugün o yok
saydığımız gerçekler yüzümüze bir tokat gibi çarpıldı. Artık ne kadar ahlar
vahlar da etsek gidenleri geri getirebilmemiz mümkün değil. Umarım bir
kereliğine de olsa balık hafızasına sahip olduğumuz gerçeğini tersine çevirip
yaşanan felaketten ders(ler) alırız.
Yaşanan sel felaketiyle ilgili olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
Kadir Topbaş bir basın açıklaması düzenleyerek doğayı ciddi
tahrip ettiğimiz itirafında bulunmuş. Topbaş açıklamasının devamında “ Son 80
yılın en büyük yağışının birkaç saatte İstanbul'a düşmesi karşısında yapacak bir
şey kalmıyor. Bu gibi hallerde insanoğlu çaresiz kalıyor. Çevreye ve doğaya
saygılı olmak zorundayız. İklim değişikliklerinin getirdiği bir sıkıntıyı
beraber yaşıyoruz" diye konuşmuş.
Başından bugüne kadar bütün yönetimlerde bulunanların hataları olduğunu
belirten Kadir Topbaş, yaraların hep birlikte sarılacağını söyleyerek "Maddi
hasarlar ciddi ölçekte. Acı tablolar gördük. Bunun karşısında el ele vereceğiz.
Tabii ki ölenleri geri getiremeyeceğiz. İnşallah daha sıkıntılı günler bizi
beklemez. Şiddetli yağışta 10 dakikada dere yatakları 3 metre yükseliyorsa,
insanoğlu olarak bunun karşısında ne kadar durabilirsiniz. Doğru yerlerde doğru
yapılar yapmak gerekiyor. Aniden bastıran bu yağış, birden sele dönüşen bu afet
sizi bir yerde yakalayabiliyor ve hayatınıza mal olabiliyor" şeklinde
değerlendirmede bulunmuş.
Kadir Topbaş’ın açıklamalarında bir itiraf ve özeleştiri söz konusu... Bu
itirafların birincisi ve yıllardır bu konuda duyarlı olan insanların canhıraş
bir şekilde savundukları şey doğaya saygılı olunması gerçeği. Bu konuda ne kadar
doğaya saygılı olduğumuz bizi yönetenler de dâhil tartışma götürür.
İkincisi iklim değişikliklerinin kapımızı çaldığı gerçeği... Küresel ısınma
sonucu yaşanan iklim değişiklikleri beraberinde daha büyük sıkıntılar getireceğe
benzer bu konuda hazırlıklı olmalıyız.
Üçüncüsü doğru yerde, doğru yapılar yapmak gerekiyor. Vatandaşlarımızın
atalarımızın yüzyıllar önce söylediği “dere kenarına ev yapma sel alır”
gerçeğini hiçbir zaman unutmamaları gerektiği. Pekâlâ, Sayın Topbaş başta olmak
üzere bu kenti yöneten tüm idareciler bugün ve geçmişte bu konuda neler
yaptılar? Vatandaşların yanlış yerde ev yapmalarında sorumluluğu olanlar kimler?
Özellikle selden en çok etkilenen bölgeler yeni yapılaşmaya maruz kalan, son
yıllarda imara açılan bölgeler değil mi? Bu bölgeler yapılaşmaya açılırken
geliyorum diyen felaketler ne kadar hesap edildi, yoksa bu yerler müteahhit
zihniyetine terk mi edildi? Boğaz’a 3. köprünün tartışıldığı bugünlerde çevreci
örgütlerin, şehir planlamacılarının feryatları “İstanbul son oksijenini de
kaybedecek” şeklinde itirazları ne kadar duyuluyor. Ya da tersinden düşünürsek
duyulmak isteniyor, ben yaptım oldu mantığıyla oldubittiye getirilerek
İstanbul’un bağrına hançer mi saplanıyor?
Yayın organları ve televizyonlar yaşanan felaketi 17 Ağustos depreminden
sonra İstanbul’da yaşanan en büyük felaket olarak tanımlıyorlar. Pekâlâ, “tarih
tekerrürden ibarettir” sözünü boşa çıkarmayan bizler yaşadığımız felaketlerden
yeterince ders aldık mı? Çarpık yapılaşmaya, doğaya müdahaleye dur diyebildik
mi? Çevreye saygılı olunması gerektiği hususuna, İstanbul’un artık bu nüfusu ve
yapılaşmayı ne alt yapısıyla, ne de üst yapısıyla kaldıramadığını idrak
edebildik mi?
En son Karadeniz’de yaşadığımız ve uzmanlara göre yaşamaya
da devam edeceğimiz sel felaketinde Karadeniz’in para uğruna, kişisel hırslar
uğruna yağmaya kurban edilen doğası, denizle dağ arasına adeta yapay bir şekilde
set çekilen otoyolu hiç mi suçlu değil? Yaşananları kaderci bakış açısıyla
yorumlayanlar bu felaketlerde insanoğlunun sorumluluğunu, aymazlığını,
vurdumduymazlığını niçin göremiyorlar acaba? Gölcük’te, Yalova’da, Karamürsel’de
ve Değirmendere’de deprem sonrası gördüğümüz manzaradan şu acı gerçek çıkıyordu.
Doğa kendinden alınanı bir şekilde geri alıyor. Doldurularak üzerine inşa edilen
toprağı muzaffer bir komutan edasıyla doğa tekrar geri alıyor.
Geçtiğimiz günlerde Yaşar Kemal’in
Hasankeyf ile Dicle Vadisi’nin UNESCO
tarafından Dünya Miras Alanı olarak ilan edilmesini talep eden
uluslar arası imza kampanyasına verdiği destekte yaptığı açıklamada “Doğayı yok
etmek suçların en büyüğüdür” diyerek şu açıklamada bulunuyordu: “ Bütün
yüreğimle inanıyorum ki doğayı yok etmek suçların en büyüğüdür. Hiçbir şekilde
bağışlanamaz. Bugüne kadar insanlığı ne kadar savunduysam doğayı da o kadar
savundum. Şunu bilmeliyiz ki, doğanın yok olduğu gün insanlık da yok
olacaktır”
Büyük bilge Yaşar Kemal romanlarında, hikâyelerinde sık sık ele aldığı yok
olan doğa gerçeğini bir kez daha biz iflah olmazlara hatırlatıyor ve aydın
sorumluluğuyla “Doğasını, tarihini yok eden toplumlar ayakta kalamazlar”
uyarısında bulunuyordu. Yaşar Kemal’in bu uyarıları kaçımızın dikkatini çekti
veya kulağına küpe oldu bilmiyorum; ama gerçekten de biz tarihimizi ve doğamızı
büyük bir vurdumduymazlıkla yok ettik, etmeye de devam ediyoruz. Daha geçenlerde
Bodrum Kaymakamı Bodrum’un böyle yağmalanmaya devam edilmesi durumunda pek
yakında tükeneceğini söylüyordu. Sadece Bodrum mu, Ege’de, Akdeniz’de irili
ufaklı birçok sahil kenti aynı aymazlığın, vurdumduymazlığın ve rantın kurbanı
değil mi? Büyükşehirlerimiz doğru bir şekilde yapılaşıyor mu? Şehirler
planlanırken insanların nefes almaları, doğayla beraber yaşamaları ne kadar
düşünülüyor? Yoksa şehirler sadece yapılardan mı ibaret acaba.
Sorularımızı ve yaşadıklarımızı ne kadar çoğaltsak da netice de şu gerçekle
yüz yüze kalıyoruz. Doğa hepimizden hesap soruyor. Biz bu hesap karşısında
özeleştiri yapıp ne kadar doğayla barışık yaşamayı becereceğiz. Yoksa hepimiz
kaçınılmaz sonu mu bekleyeceğiz ne dersiniz?