Depreme Hazırlık Uygarlık Projesidir



Bu ülkenin afetlere karşı tanıdık olduğumuz bir politikası var. Kısaca “yara sarma” diyebileceğimiz bu yaklaşım felaketten sonra devletin “elini uzatması” prensibine dayanıyor. Bu politika elbette baştan aşağıya eleştiriye muhtaç fakat bu politik yaklaşımın kendi mantığı içinden baktığımızda bile birçok tutarsızlıkla karşılaşıyoruz.

Nitekim başta 17 Ağustos 1999’da yaşanan büyük felakette olduğu gibi ve her yıl onlarcasına tanık olduğumuz deprem, sel, yangın gibi felaketlerde gördüğümüz üzere sistemin işlemediğini, yaraların bile sarılamadığını, bazen devlet organlarının kısa süreli felç yaşadığını söylemek rahatlıkla mümkün. Yıllarca barınmayı, ulaşımı ve altyapı hizmetlerini çözmeyi hedefleyen kentsel yatırımlara girişilmedi. “Kentleşme, ekonomik kalkınmanın, gelişmenin bir ürünü, göstergesi olarak biçimlenmemiş, en kestirme yoldan sermaye birikiminin doğrudan aracı olarak istismar edilmiştir.” (1)

Bir uyanış mümkündü

Felaketleri ve bunları hazırlayan sebepleri görmezden gelen hafıza boşaltma kültürü, ne yazık ki bugün kentlerin afetlere hazırlanmasında en büyük engel olarak duruyor. 17 Ağustos 1999’da yaşanan büyük felaketten sonra tuşa gelen “Büyük Türkiye” yaşanan acıyla birlikte geçmişine bir bakış fırlattı, 30 binden fazla insanını kaybetmesini sorguladı, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyebildi. Yine o günlerde, adı sivil toplum olarak konulan birçok girişim enkazların arasında vücut buldu, gündelik hayatın düzenlenmesinden geleceğe ilişkin projeksiyonlara değin birçok gündemi tartışmaya başladı.

Unutma süreci hızlı oldu. Sorgulama ve yeni bir yol izlenmesi gerekliliği fikirleri bir tarafa bırakılıp olası depremin kaç şiddetinde ve nerede meydana geleceği tartışmaları güncel medyanın heyecanlı sunucuları tarafından gündeme getirildikçe toplumsal bilinç darmadağın edildi. Unutmak ve görmemezlikten gelme, sorunun üstünü örtme kolaycılığına kayıldı. “Ancak depreme hazırlanmanın bedelinin, ihmal ettiğimiz kişisel sağlığımızın, bedensel ve ruhsal sağlığımızın bedeli niteliğinde olduğunu görmemiz, kavramamız gerekir. Deprem tehdidi karşısındaki, toplumsal, siyasal vurdumduymazlık ve eylemsizlik, geçmişimizle ilgili yüzleşme ve hesaplaşma yeteneğimizin, bilincimizin ve cesaretimizin olmadığının göstergesidir.” (2)

Başka türlü olabilirdi

Türkiye depremler ülkesiydi. 1999’da yaşananlar ile birkaç kez deprem şurası toplandı, raporlar hazırlandı, Ulusal Deprem Konseyi kuruldu. Her şeyden önemlisi İstanbul için İstanbul Deprem Master Planı dört üniversite tarafından hazırlandı. Ulusal Deprem Konseyi (UDK) ise her ne kadar kararları tavsiye niteliğinde olan bir kurum olarak var edilmişse de zarar azaltma politikalarının koordine edilmesinde önemli bir işleve sahipti. Ama depreme karşı toplumda başlayan duyarsızlığa paralel olarak hükümet tarafından “daha iyi bir düzenleme yapılacak” gerekçesiyle UDK bir buçuk yıl önce lağvedildi. “UDK, 6 Ocak tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan kararla kaldırıldığı bilgisini aldığı Şubat 2007 başına kadar görevlerini yerine getirme çabası içinde olmuştur. Altı yıllık çalışmalarında yeni bir aşamaya geçmişken, UDK’nın hangi merciler tarafından hangi nedenle lağvedilmesinin gerekli görüldüğü bilinmemektedir. Bu bilgi UDK’dan esirgenmiştir. Bunun gibi, altı yıllık danışmanlık çalışmaları sonunda başkanına ve üyelerine teşekkür bile edilmeden görevlerine son verilmiştir.” (3)

İstanbul’un afet risklerinden arındırılmasının bir bedeli olduğu, bu bedelin 10-20 milyar dolar civarında bulunduğu, yıllara sari olarak bir rehabilitasyon programıyla on yıl içinde bu harcamanın yapılması gerektiği uzmanlarca ortaya konuldu. Deprem öncesinde bu kaynağın ayrılmaması durumunda ülkenin maddi kaybının 100 milyar dolardan daha büyük olacağı ve neredeyse ülke ekonomisinin çökeceği ve afet senaryolarına göre 30-200 bin arasında yurttaşın yaşamını yitireceği belirtildi. İşte birçok uzmanı ve kurumu çileden çıkaran nokta, artık bu verilerin bilinmesine rağmen siyasal sistemin politik bir karar üretememesi, can ve mal kayıplarının kaçınılmaz olacağı, olası felakete dair somut bir çalışma içine girilmemesidir.

İstanbul’un aciliyeti

İstanbul gibi bir kentin 15 milyona yaklaşan nüfusuyla afet risklerine karşı korumasız bırakılması tarihe, bu toprakların kültürüne ve insanlığa karşı suçtur aslında. 17 Ağustosları acıklı bir yıldönümü haline çevirip sadece kaybettiğimiz insanların yasına boğulmak sorunları çözmez. Yıllardır devletin yürüttüğü denetimsiz, plansız yapı üretme faaliyetini temcit pilavı gibi eleştirip ortaya toplumu harekete geçirici bir öneri sunmadan 17 Ağustosları başka bir ritüele çevirmek de nafile görünüyor.

Kentin depreme karşı hazırlanması, fiziki iyileştirme ile birlikte ve iç içe sosyal ve kültürel iyileştirme süreçlerini yani kentlileşme süreçlerini gerekli ve zorunlu kılıyor. Bugün TOKİ yılda yaklaşık 55 bin konut inşa ediyor. Ortalama yılda 11 milyar dolar, son yıllarda 17 milyar dolar kadar bir yatırımı yönetiyor ve halkın konut ihtiyacını kendi mantığına göre gideriyor. Peki TOKİ her yıl bu bütçesinin yüzde 10’u kadarını afet riskli bölgelerdeki konutların yıkılıp yeniden yapılması, güçlendirilmesi gibi bir çalışmaya ayırmış olsaydı, geçtiğimiz on yıldan sonra acaba şimdi nasıl bir noktada olabilirdik?

İstanbul Deprem Master Planı içinde alınacak fizikisel önlemlerin dışında sosyal yapıya ilişkin önlemler ve finansman modeller sunuldu. Bütün bu uygulamaların önünü açacak yasa taslakları da yasa koyucuya önerildi. Ancak siyaset kurumu kendi günceli içinde bu sorunu olduğu gibi dışlamış gibi duruyor.

Görünen odur ki, ortaya çıkmış bilimsel gerçekleri baz alarak toplumsal bilinci yeniden şekillendirmek, kamuoyu yaratmak tek çıkar yol ve sadece şikayetçi olmaktan daha fazla işe yarayacağı kesin. Bu ‘dengenin’ kırılması için afetlerden zarar görecek bütün toplumsal kesimlerin kentlilik bilinci çerçevesinde toplumsal bir mutabakata ihtiyacı vardır.

Mutabakatı bütün kesimlere önermesi gerekenler ise bağımsız çalışan üniversiteler, meslek odaları ve sivil toplumdur. Kentin afete hazırlanması bu yönüyle aslında politik de bir çalışma niteliğindedir ve tarihe karşı böyle bir sorumluluk alanı şu anda açıkta duruyor.

1. TMMOB, İDMP Değerlendirme ve Toplumsal Mutabakatlar Kurma Çalışması Raporu
2. TMMOB, İDMP Değerlendirme ve Toplumsal Mutabakatlar Kurma Çalışması Raporu
3. Murat Balamir, “Ulusal Deprem Konseyinin Kaldırılması Neyin Çözümüdür”, 5 Şubat 2007, Mimdap

Hasan Kıvırcık / Yüksek mimar