80’li yılların ortaları... Sermaye, İstanbul’un tarihi
yapılarına gözünü dikmiş, onları var olan konumlarından çıkarıp yeni işlevler
yüklemek ve rant alanları açmak niyetinde. Bu furya içinde, sıra İTÜ
Taşkışla binasına da geliyor. Biz ise dönemin mimarlık öğrencileri
olarak, bu belki de İstanbul’un en muhteşem eğitim mekânında hayatımızı
sürdürüyoruz. Lakin iktidardaki ANAP Hükümeti’nin bu yeni politikası gereği,
okulumuz elden gitme aşamasına geliyor. Eski bir İTÜ’lü olan Belediye Başkanı
Bedrettin Dalan’dan izin alınmış, müteahhit firma
ESKA ve patronu Selim Edes de, bir an önce
ağzı sulanarak baktığı bu proje için adımlarını sıklaştırmış bile. Öğrenciler
olarak bize düşen görev orada burada gösteri yapmak, pankart açarak tepkimizi
göstermek. Sonuç alır mıyız, bilemiyoruz tabii. Bu sırada sevgili hocamız
Prof. Dr. Erol Kulaksızoğlu, meseleyi hukuk alanına taşıyor. Bu
öykünün kötü adamı rolündeki Selim Edes ise, hukuksal sürecin başlamasının
ardından kamuoyunda kendince politika üretmeye çabalıyor: “Çoğu komünist
olan bu hocalar, Boğaz’ı gören kürsülerdeki odaları elden gitmesin diye böyle
davranıyorlar.” Oysa Erol hocanınki dahil, okuldaki kürsülerin yüzde
80’e yakını yola, yani bugünkü Hyatt Recency’nin olduğu yöne
bakıyor. Okul, makûs talihine yenik düşmeye başlamışken sanki bir mucize oluyor,
Türk halkı ANAP’tan sıkılıyor; Dalan iktidarı kaybediyor, mahkeme yürütmeyi
durdurma kararı veriyor ve nihayetinde, Erol Kulaksızoğlu’nun hukuk alanına
taşıdığı mücadele sonucu Taşkışla bugün hâlâ İstanbul’un en
güzel eğitim mekânı olmayı sürdürüyor. Şimdiki zamanın mimarlık öğrencileri de
bu muhteşem binanın içinde, gelecekte icra edecekleri mesleğe ilişkin bilgilerle
donanıyorlar.
Geliyoruz 2000’lere. İktidar değişmiş durumda... Her konuda
‘açılım’ın peşine düşen ve geçmişten farklı olduğunu gösterme
uğraşındaki Ak Parti, mesela ANAP’tan hiç de farklı olmadığını Emek Sineması
örneğinde kanıtlıyor. 80’lerde Taşkışla, 2000’lerde Emek...
Konu, mesele, bakış açısı, zihniyet aynı. ‘Bu ülkenin sağı’, nedense
muhafazakârlığı sadece inançlar düzeyinde ele alıyor. Onlar için fiziki çevrenin
korunmasının pek bir önemi yok. Sadece dini binalar korunabilir, zaten onlara
yeni işlevler yüklemek de kimsenin haddine değil. Emek Sineması
örneğinde, önümüze ESKA benzeri bir şirket atıldı ve bu şirketin proje müellifi
geçen hafta ilk kez toplum önüne çıkarak, Emek’in kaderi üzerine saklanan
hedeflerden bazılarını açtı. Hesapta, ‘koruma’ adına yapılan
mimari müdahalede Emek Sineması yeni yapılacak olan alışveriş merkezinin üstünde
bir yere taşınacak ve böylece, bu sinemayı sevenlerin istediği de olacak(mış).
Bu proje, bana kalırsa ‘fantastik’ ötesi, deli saçması bir
fikre dayanıyor. Böyle bir proje ‘koruma’ adı altında nasıl
sunulur ve böyle bir projeye bir mimar, her şeyden önce bırakın bilimi,
vicdanıyla nasıl imza atar? İKSV’nin yeni merkezinde, restoratör
mimarFatih Kesgün’ün de bulunduğu toplantıya ben de
katıldım ve bitişte, Kesgün’ün yanına giderek nereden mezun olduğunu sordum.
Mimar Sinan, 90 girişliymiş. Evet, İTÜ’den de zamanında bu
ülkenin kültürel ve fiziki dokusuna aykırı işler yapan çok mimar-mühendis mezun
olmuştur, kabul. Ama Sezgün türü bir zihniyete henüz rastlamamıştık, böylesi bir
öğrenciyi mezun eden hocaların, bu noktada ortaya çıkıp bir açıklama yapmalarını
bekliyorum doğrusu.
Gelelim işin politik ve de ‘kültürel’ boyutuna. Hem Kültür
Bakanı, hem de Beyoğlu Belediyesi, ikide birde ortaya çıkıp “Bu işi uzmanlarına
bırakalım, kararı onlar versin” diyor. Ama mesela Beyoğlu Belediyesi, katıldığı
açık oturumlarda yanında oturan Mimarlar Odası temsilcisi Mücella
Yapıcı’nın, “Bu proje baştan sona sakat” şeklindeki
görüşlerini kaale almıyor. Sanki yanındaki uzman değil. Kültür Bakanı
Günay ise tartışmanın bir noktasında geçmişin Emek’ini mahkûm etmek
için “Kirli, oturulmaz koltuklarda, o yağlı ortamda” türünden
bir saptamada bulunmuştu. Doğrusu Emek’i, bakanın tarif ettiği gibi hiç bir
zaman görmedim, velev ki öyle olsun, o ortam ve koltuklar yağdan kurtulur ama bu
zihniyetten kurtulmak mümkün müdür? Üstelik o yağlı koltuklara daha önceden
Kieslowski, Bertolucci, Sabine Azema ve niceleri oturdu, hiçbiri meseleye Günay
gibi yaklaşmadı. Bu arada bir serzenişim de geçmişin Beyoğlu, şimdinin İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a... Malum, Topbaş
aynı zamanda Saray Muhallebileri’nin de sahibi. Saray
ve Emek, bir Beyloğlu klasiğidir. Topbaş bir siyasetçi
ama her şeyden önce bir mimar. Böylesi bir proje hakkında neden hâlâ ağzını
açmıyor; haydi gelin siyaseti, mimarlığı bırakalım, Emek, Saray’dan dolayı eski
komşusu. Komşusu açken tok yatmak, Topbaş’a yakışıyor mu?
Sonuç? Emek daha elden çıkmadı. Eylemdi, yazıydı, hukuktu;
mücadeleye devam etmek gerekiyor. Yoksa, bizi her zaman kapısında nazikçe
karşılaşan sinemanın müdürü rahmetli İsmet Kurtuluş’un ruhu, öte tarafta iki
yakamızda olur... Hikmet Bey’le, yer gösterici Murat’ın serzenişlerini
saymıyorum bile...