Cinayet, Adı Kaza



Onun incelik ve zekâ ışıyan güzel yüzüyle tanıştığımızda gecikmiştik.
Gülseren Yurttaş iş kazası sonucu uçup gidivermişti.
jeodezi ve fotogrametri mühendisiydi. Henüz 34 yaşındaydı. Arkadaşlarına, "Şantiyede mühendislik yapmak istiyorum" diyerek beş yıldır sürdürmekte olduğu Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanlığı görevinden ayrılmıştı. Hiçbir şeyi kenarından köşesinden yaşamaya niyeti yoktu. Sahaya inecekti.
Melen Çayı'nın suyunu İstanbul'un Avrupa yakasına aktaracak olan 'Asya Bölgesi Muhtelif İçme Suyu Şebekesi Kat Ayrımı İnşaatı Yeni Boğaz Geçiş Projesi'ni üstlenen taşeron Deniz Teknolojisi Limitet Şirketi'nde (DETEK) çalışmaya başladı.

Daha ilk iş gününde Gülseren'in ayağına demir saplandı. Gülseren Yurttaş kaza üzerine "Bu işyerinde kelle koltukta çalışıyoruz. Hiçbir tedbir alınmamış. Ama ben bunların üstesinden geleceğim" dedi. Bir süre sonra bir işçinin kafasına demir parçası düştü. Taşeron firmada bir telaş görülmüyordu. Nitekim birkaç ay önce aynı şantiyede 13 metre uzunluğunda, 5 ton ağırlığındaki boruları taşıyan vincin mili kırıldı ve 'Bom' adı verilen taşıyıcı kol, Gülseren Yurttaş'ın üzerine düştü. Gülseren, hastaneye yetişemedi.

Olay sonrası taşeron firma görevlileri, inşaattaki kendilerine ait tabelayı söktü. Gülseren ilk değildi. Taşeronlar eliyle yürütülen İSKİ projelerinde yaşanan beşinci kazanın kurbanıydı. İş kazalarında dünyada üçüncü, Avrupa'da birinciliği kimseye kaptırmayan bir memleketin evladıydı.
Gülseren'in şiir sevdiğini, çevre ve insan hakları konusunda aktif bir vatandaş olduğunu biliyoruz. Çevre Mühendisleri Odası, 27 Aralık'ta onun adını verdiği bir kütüphanenin açılışını yapacak.

Gülseren'i, "Ablam, çocukluğumda bana gönderdiği, üzerinde Nâzım Hikmet'in 'güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler/ motorları maviliklere süreceğiz çocuklar ışıklı maviliklere' dizeleri bulunan bir kartla özdeşleşmiş bir periydi; hafta sonlari eve gelişlerini içim kıpır kıpır beklediğim, herkesi büyülü bir şekilde birleştiren halkaydı. Sevinçti, sevgiydi, anlayıştı; ama bir o kadar da asiydi" sözleriyle anlatan kız kardeşi Hatice Yurttaş'ın yazdığı bir yazıyı birlikte okuyalım isterim:

Kaza, kader, ölüm, yaşam vs.
"ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) kaynaklarına göre her yıl 1,2 milyon kadın ve erkek iş kazaları ve meslek hastalıkları dolayısıyla hayatını kaybetmektedir. Yine aynı kaynaklara göre; her yıl 250 milyon insan iş kazaları 160 milyon insan ise meslek hastalıkları sonucu ortaya çıkan zararlara maruz kalmaktadır."
"Gülseren Yurttaş, 35 yaşında harita mühendisi, 27 Eylül 2007 tarihinde Detek Deniz Teknolojisi Ltd. şirketinin Sarayburnu'ndaki şantiyesinde üzerine vinç devrilmesi sonucu hayatini kaybetti."

Okumayı ve yazmayı ablamdan, Gülseren Yurttaş'tan, öğrendim.
Daha da önemlisi okuryazar olmadan yaşanamayacağını, kendine bakmadan da okuyup yazmanın mümkün olmadığını...
'Kader' ve 'kaza' kelimeleri yaşadığımız toplum için çok temel kelimeler. Bizi bir çaresizliğe hapsediyor, bir teslimiyet. Tanrıya inanmak gibi. Tanrı ne derse o oluyor, biz engel olamıyoruz. Aynı zamanda bizi rahatlatan bir etkisi de var bu kelimelerin. Sorumluluğu üzerimizden alıyor, ne de olsa kader, ne yapabilirdik ki? Bunların altında çok temel bir çelişki de yatıyor. Madem kadere inanıyoruz, neden o zaman iş kazaların da mahkemelere gidiyoruz, sorumluların bulunmasını istiyoruz? Eğer mahkemede 'kaza'nın sorumlularının cezalandırılmasını istiyorsak, o zaman kader diye bir şey olmadığını, birilerinin bu 'kaza'lara sebep olduğunu söylüyoruz demektir. Yani bu kazanın engellenmesi birilerinin elindeydi, ama engel olmadı. Yani yaşanan bir kaza değil cinayet.

Bu 'kaza'nın mahkemede sorgulanacak sorumluları Detek Deniz Teknolojileri Ltd., Kutay İnşaat, İSKİ. Ancak bunlar kurumlar, şirketler; cezayı alacak olanlarsa insanlar; vinç operatörü, şantiye şefi, şirket sorumlusu. Yani sizin benim gibi bir yerlerde çalışıp-ne yaptığı isten ne aldığı maaştan pek de memnun olmadan, patron, üstü nasıl istiyorsa, ne yapmasını istiyorsa öyle isini yapıp- ev aile geçindirmeye, kira ödemeye çalışan insanlar. Bu insanlar sorumlular(?). Peki bizim bu insanlardan farkımız ne? Çalıştığımız yerde, yaptığımız işte ölüme yol açabilecek bir olay olma ihtimalinin olmaması mı? Bu kadar basit mi?

Simdi tabloyu biraz genişletmek gerekiyor. Eğer kader diye bir şey yoksa sorumluyuz demektir. Yasadığımız hayattan, ölümlerden, bütün lanet ettiğimiz kötülüklerden sorumluyuz demektir. Peki, nasıl sorumluyuz? Yaptığımız iste ölüm ihtimali yok, peki ya olsaydı, biz kalkıp patrona mesela 'hayır ben bu işi bu şekilde yapamam, çok riskli, sizin önce bunu bunu değiştirmeniz, şunları yapmanız gerekiyor, bu makinenin değiştirilmesi lazım' mı diyebilecektik? Demek bir yana düşünecek miydik? Yaptığınız işe bakın şimdi, doğru bulduğunuz, inandığınız şekilde mi yapıyorsunuz, yoksa sizden istenen şekilde mi? Yaptığınız işte yanlış bir şeyler olduğunu fark ettiniz diyelim, üstünüze, patronunuza söyleyebiliyor musunuz? Ne kadarını nasıl söyleyebiliyorsunuz? Söylersem ne olur, ama zaten değişmez ki demiyor musunuz? Konuşurken hep 'aman fazla ileri gitme de tepesi atmasın arayı bozmayalım' diye düşünmüyor musunuz? Peki, bunun sorumlusu kim? Bir üstünüz. O da bir üstünün istediği şekilde yapmıyor mu işini? Ya bir üstü? O da aynı şekilde. En üstüne geldiğimizde ne var? Devlet. Başladığımız yere geri döndük. Devlet bir kurum, ne bir şey yapabilir, ne cezalandırılabilir. Sorumlu olanlar, ceza alacak kişiler, insanlar. Şirketleri, devleti, kapitalizmi, ataerkil toplumu, homofobiyi suçlamak çok kolay. Onlar düşman. Oh rahatladık, suçluyu bulduk ve kendimizi temize çıkardık. Yani aslında kadere geri döndük Tanrının yerini alıyor yani bu kavramlar, sorumluluk onlarda. Sorumluluk bizde değil, başka bir yerde.

Bu kısırdöngü, bu ölüm döngüsü devam ediyor. Biz sorumluluğun bizde, birey olarak kendimizde olduğunu görene kadar da devam edecek. 'Kaza' ve 'kader' kelimelerini yeniden yazana kadar devam edecek. Bu temel çelişkiden kurtulup, kader diye bir şey olmadığına gerçekten inandığımız gün yaşatacağız ve yaşayacağız. Bir yandan şirketleri devleti suçlayıp bir yandan kendi vicdanımızı rahatlatmayı bıraktığımız gün, yani ne iş yaptığımıza, nerede, kiminle, nasıl yaşadığımıza, annemizle, babamızla, sevgilimizle, eşimizle, çocuklarımızla, arkadaşlarımızla, patronumuzla, komşumuzla nasıl ilişki kurduğumuza, kısacası kim olduğumuza, nasıl olduğumuza bakıp kaderimizi nasıl yazdığımızı göreceğiz. Kendimizi, etrafımızdaki insanları, (modası geçmiş de olsa) insanlık kavramını nerelere sürüklediğimizi, kendimizi nasıl yok ettiğimizi göreceğiz. Irigaray ataerkil toplumun kendi kendini yok eden bir toplum olduğunu, bu yok edişinde temelinin annenin öldürülmesi olduğunu söyler, annenin dilde öldürülmesi. Kurtuluşun da dilin yeniden yazılması olduğunu, yasamak için dile ihtiyacımız olduğunu söyler; sevebilmek için, yaşayabilmek için. Kader değil diye haykıran vinç fotoğrafını genişletip kendimizi de o fotoğrafta gördüğümüz, o 'kaza'nın nerede nasıl başladığını, nasıl olduğunu ayrıntılı bir şekilde cevaplandırdığımız gün başka bir kader yazmaya başlayacağız.

Hep birlikte yazıyoruz bu ölüm kaderini, herkes bir kıyısına bir kelime ekliyor, boşuna asıl yazan merkezi aramayalım, hepimiz bir merkeziz. Attığımız her adım, imza, yazdığımız her yazı, yaptığımız her şey, konuştuğumuz dil bizi bir yerlere götürüyor, birilerini bir yerlere götürüyor. Dışarıda bir düşman ararken o düşmanı kendi içimizde, kendi dilimizde tanıyamadığımız; düşmanı nasıl yarattığımızı, desteklediğimizi, şirketleri, devleti nasıl kurduğumuzu göremediğimiz sürece bu kör dövüşü devam edecek. Yeniden yazmak gerekiyor, kaderi yeniden yazmak gerekiyor; ölmek ve öldürmek için değil, yaşamak ve yaşatmak için.