Bir yanda rengi “siyah-beyaz”a dönüştürmedeki ustalığı, diğer yanda pek
çok büyüleyici rengi muhteşem bir uyumla kulllanabilmesi... Resimleri kimi zaman
çok mutlu, şiirsel ve masalsı, kimi zamansa dramatik ve esprili... Marc
Chagall şüphesiz farklı teknikleri, bitmeyen yaşam enerjisi ve devamlı
sanatın peşinde olmasıyla dünya resminin büyük ustalarından. Yaşadığı yüzyıl
boyunca iki dünya savaşına ve insanlık tarihinin yaşadığı onca kara güne
tanıklık etmesine rağmen, yaşam sevincini kaybetmemiş, sanatı her şeyin önüne
koymuş, her sabah merakla uyanmış, yeni şeyler araştırmış, tekrar resim yapmış,
Kızıl Deniz’i aşmış, kendini zenginleştirmiş ve 98 yaşında bile usta oldum
dememiş...
Sanatçının torunu ve Marc Cahagall Komitesi Yardımcı Başkanı
Meret Meyer ile çikolatayı çok seven dedesinin yaşamı, sanatı
ve Pera Müzesi’ndeki sergisi üzerine söyleştik.
- Sergiyi ve
izleyiciyi nasıl buldunuz?
- Çok güzel hazırlanmış bir sergi.
Sergi salonlarında farklı renkler kullanılmış sanki bir ev içi gibi, girip
oturmaya başlayacakmışsınız gibi... İnsanların Chagall’la buluşmasını sağlayan
bir sergi olmuş. Umarım Chagall’ın eserlerindeki modern değerleri görmenizi
sağlar. 25 yıl önce ölmüş olmasına rağmen, değerleri farklı, modern ve yenilikçi
bir şekilde ifade ediyor.
-
Chagall Rusya, Fransa, Amerika gibi ülkelerde yaşadı. Bu farklı mekânlar onun
sanatına ne kattı?
- Ülke seçimi tesadüfi değildi, turistik gezi
yapmıyordu. Eğer doğduğu yerde devam etseydi yaşamaya, sergisi belki de şu anda
İstanbul’da olmazdı. Chagall Fransa’ya gitme isteğini kendinde hissetmişti.
Fransız sanatının reprodüksiyonlarını görünce oraya gitmem gerekiyor diye karar
vermişti. Bu onun için bir ihtiyaçtı. Yani çizme isteğini her şeyin önüne
geçirmiş ki, bu engelleri ve sınırları aşabilmiş. Öyle bir istek varmış ki, öyle
bir ışık ihtiyacı varmış ki, Beyaz Rusya’dan Paris’e kadar gitmiş. Sonra
Amerika’ya gitmek zorunda kalmış. Aslında oraya asla gitmezdi, hatta Amerika’nın
o deli dolu tarafından nefret ediyordu. Çorapları farklı giyen insanları
anlamıyordu. Ama Nazizm gelince Fransa’da duramadı...
- Dünya
savaşları da dahil yüz yıl boyunca pek çok tatsız olaya tanık oldu. Bunların ona
ne katkısı oldu?
- Chagall bir inançla kutsanmıştır. Dini bir
inançtan bahsetmiyorum, kendine ve yapmak istediği şeye olan bir inancı...
Politikanın da, ulusal ve dini gerçeklerin de önüne koymuş sanatını. “Meleğin
Düşüşü” çok dramatik bir resim mesela. Birçok metafor var, dünyanın farklı
ülkelerinin acıları sembolize edilebilir. Ama renkleri görünce “Ah ne güzel” de
dersiniz. Bu da Chagall’ın gücü... Birçok okuma yapılabilir onun resimleriyle
ilgili, kesinlikle tek bir okuma dayatan bir sanatçı değil. Sabah uyandığınızda
“Meleğin Düşüşü” başka şey, akşam başka şey, on yıl sonra başka şey düşündürür
size. Zaten Chagall’ın başarısı da buradan geliyor. Dünyanın bambaşka yerinde,
bambaşka bir zamanda da olsanız evrensel bir mesj alıyorsunuz resimlerinden.
Neye ihtiyacınız varsa size onu verir. Mutluluk istiyorsanız mutluluk
getirir.
- Tanık olduğu olaylara rağmen yine de devamlı resim
yapıyor. Yaşam sevinci bitmeyen bir ressam mıydı?
- Tabii içinde
bir güç vardı ve o güç onun bu yüzyılı aşmasını, 98 yıl yaşamasını sağladı.
Korkunç bir çalışma ihtiyacı vardı. Onun ressam olması gerekiyordu, bu onun
göreviydi. Merak etmeye devam etmesi gerekiyordu. Oturup dinlenemezdi, şikâyet
edemezdi, buna vakti yoktu. Her sabah uyandığında meraklı olmak, devam etmek,
başka şeyler araştırmak, yarın ve ertesi gün tekrar resim yapmak, Kızıl Deniz’i
aşmak, resmini başka bir teknikle yapmak, kendini zenginleştirmek zorundaydı.
Dolayısıyla hepimiz için önemli bir mesaj bu. Dinlenmemeliyiz, oturmamalıyız,
ileri bakmalıyız... Öğrenmek istiyordu hep. Hatta 98 yaşında bile usta oldum
diyerek ölmedi. Hep yeni şeyler keşfetmeyi umarak yaşamamız gerekiyor. Bu
anlamda örnek olmalı bize.
- Hem çok renkli, hem siyah beyaz.
Sanki iki farklı dünyayı birleştiriyor gibi...
- Aslında ikisi
arasında fark yok. Siyah-beyaz üzerine bu kadar derin çalışma yapmasaydı,
renkleri de böyle kullanamazdı. Renk kullanıldıkça dönüşüyor onun resimlerinde.
Gravür gibi teknikleri Rembrandt’tan başka aşan bir ressam yok. Chagall farklı
teknikleri bir araya getirmiş, bunu ondan önce bir tek Rembrandt yapmış. Işık
resimde nasıl bir etki yaratıyor, dolayısıyla renk nasıl bir etki yaratıyor.
Yani hepsi birbirine bağlı aslında.
- Masalsılık var
resimlerinde. Zaten La Fointaine’in masallarını da resmetmişti. Acaba Chagall’ın
masalla ne gibi bir ilişkisi vardı?
- Masal anlatsa da resimle
anlatıyordu onları. Her masalın bir de mesajı vardır. Masalın mesajını alıp onu
resimlerde tersine çeviriyordu, ilginç olan buydu. Rüyanın içinden uyanmak da
gerekir. Bir taraf esprili, bir taraf dramatik... Bu iki su arasında gidip
geliyor...
- Aşkın Chagall’ın sanatında önemli bir yeri vardı.
Eşi Bella’yı çiziyordu, yaşadıkları aşkı resmediyordu...
-
Chagall çok büyük bir aşk yaşamıştı. Zaten böyle bir aşk yaşamasaydı, tüm
kişisel tecrübelerine rağmen bu eserlerini yapamazdı. Sanırım karşınıza o kadın,
bu kadın çıktı diye aşkı keşfetmiyorsunuz. Hayata karşı böyle bir aşkınız olduğu
için öyle bir kadınla tanışıyorsunuz ve ona kanalize oluyorsunuz. İkisinin de
içinde böyle bir aşk vardı ve ikisi karşılaşınca bu aşk iyice büyüdü ve çok özel
bir hal aldı.
- Chagall muhteşem bir adam ama bir yandan da
dedeniz. Siz onu nasıl tanımlıyorsunuz?
- Sizin dedeniz nasılsa
öyleydi. Çok normal koşullarda büyüdük biz. Herkes gibi dedemizi ziyarete
gidiyorduk, hiçbir fark yoktu. Ben kendimi onun sanatına adadım şimdi. O nedenle
onunla ilgili bir şeyler keşfedince bunu Chagall severlerle paylaşabiliyorum ama
kişisel anılarım kişisel kalacaktır. Büyük bir sanatçı hatırası yok bende, dede
hatırası var. Çikolatayı çok seven bir dede...