Ülkenin dört bir yanında çevreyi, doğayı, doğal yaşamı korumaya yönelik
mücadele yürütülüyor. Farklı görüşler, siyasal anlayışlardaki kişiler,
kuruluşlar, dernekler, örgütler ve gruplar yağmaya, talana, soyguna, sömürüye
karşı direniyor. HES’lere, çokuluslu maden şirketlerine, altın lobilerine,
nükleer ve termik santrallara, tarihi ve kültürel değerleri yok edenlere,
kısacası tüm kirleticilere karşı eylemler her geçen gün yükseliyor...
Çevre direnişinin önemli ayaklarından birisi de hukuk mücadelesi. İktidarın
uygulamalarına karşı açılan birçok davada yargı, çevrecileri, korumacıları,
ekolojistleri haklı buldu. Daha geçen hafta Rize İdare Mahkemesi, İkizdere
Vadisi’nde yapılması planlanan Dereköy Regülatörü ve Demirkapı Hidroelektrik
Santralı projesi için verilen “ÇED olumlu” kararını iptal etti... Gelelim güncel
konumuz referanduma ve sonucunda çevre, doğa koruma davalarını etkileyecek
yanına.
Belirtmekte yarar var, çevre mücadelesi, politik bir alanı kapsar. Bu alana
giren her kişi ve kuruluş siyaset yapıyor demektir. Her çevreci, doğayı, çevreyi
sömürenlerin, yağma edenlerin kim olduğunu, kimliklerini bilmelidir. Doğru bir
çevre mücadelesi, antiemperyalist olmaktan, vahşi kapitalizme, liberal söyleme
karşı çıkmaktan geçer. Bu nedenle sömürü düzeni ve işbirlikçilerinin yanında yer
alarak, onların değirmenine su taşıyarak çevre mücadelesi ve doğa korumacılığı
yapılamaz.
Referandumda bazı çevreciler “evet” diyeceklerini söylüyor. Çevre
mücadelesinin “evet ya da hayır”dan bağımsız yürüyeceğini savunuyor.
Yanılıyorlar. Eski İzmir Baro Başkanı ve çevre mücadelesinin öncü isimlerinden
Noyan Özkan, bu düşüncede olanları uyarıyor, “Başınızı kuma gömmeyin” diyor.
Çünkü, anayasa paketiyle getirilen yargısal düzenlemeler, kamu yararına açılacak
birçok davayı olduğu gibi, çevre davalarını da etkileyecek.
Öte yandan iktidar baskısıyla karşı karşıya kalacak yargının nasıl bağımsız
olacağı ayrı bir sorun değil mi? Bakar mısınız, anayasanın 125. maddesinin 4.
fıkrasında bir değişikliğe gidiliyor. “Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin
hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır” hükmüne “Hiçbir surette yerindelik
denetimi şeklinde kullanılamaz” cümlesi ekleniyor. Böylece bundan önceki
dönemlerde idari yargı organlarının, idarenin yerine geçerek yerindelik denetimi
yaptığı vurgulanıyor.
Evetçiler bu değişikliğin çevre mücadelesini etkilemeyeceğini öne sürüyor.
Peki, o zaman soralım: “Öyleyse bu değişiklik neden yapılıyor, hangi amacı
taşıyor?”
***
Şimdi, çevre mücadelesine omuz vermeye çalışan, sömürüye karşı çıkan, 12
Eylül mağduru bir yurttaş olarak “hayır” diyeceğim! Oyumun gerekçeleri arasında
paketin, AKP’nin hazırladığı bir dayatma olduğunu saymayacağım.
Dünyanın neresinde böyle birbirinden ayrı konuların yan yana getirilip,
referanduma gidildiğini de sormayacağım.
Ne yapacağım?
Değişikliği hazırlayanların bir dizi hak ihlali, hukuksuzluk yaparken, ülkeyi
korku imparatorluğuna dönüştürmüşken, “daha demokratik bir anayasa” söylemini
kullanmasındaki çelişkiye dikkat çekmekle yetineceğim.
İçindeki üçü hariç diğer maddelerin yasayla düzenlenebileceğini de
anımsatmakla kalacağım.
Peki, o zaman?
Öz olarak pakete, “AKP’nin yargıyı bütünsel olarak ele geçirme, Yüce
Divan’dan kurtulma niyetinin belgesidir” deyip, şu ana gerekçeyi vurgulamakla
yetineceğim:
Anayasa değişikliği paketini getirenlerle 12 Eylül darbesini yapanlar, ortak
bir iradenin ürünüdür. Arkalarındaki güç, emperyalizmdir, küresel sömürü
düzenidir. 12 Eylül, askeri bir faşist darbedir. Eğer geçerse referandum sivil
bir darbe, örtülü faşizm olacaktır.