Türkiye’de ikişer tane “Enerji Bakanı”, “Bayındırlık
Bakanı”, hatta “Kültür Bakanı” var, bir tane
“Çevre ve Orman Bakanı” yok! Ayinesi iş olduğuna göre kişinin,
lafa ve kapıdaki tabelaya değil de icraatlara bakınca apaçık ortada: Çevresiyle,
ormanıyla ülkemizin doğası Allaha emanet! Sanki 4856 sayılı
yasa, kurduğu Bakanlığa “ülkenin doğal bitki ve hayvan varlığıyla doğal
zenginliklerini koruma ve geliştirme, çevre kirliliğini önleme” gibi
sorumlulukları değil, “telafisi olmayan doğal kaynakları bir an önce bozdurup
paraya çevirme” görevi vermiş gibi...
İki fakülte okuyup kariyer yapmış Bakanımız inşaat mühendisi ve tarihçi değil
de ekolog olsaydı mesela, hiç değilse bazı şeyler başka türlü olurdu belki. O
zaman belki, yeryüzünde her türlü hayatın en temel bileşenlerinden olan suya
bakışı değişir, onu inşaat hafriyatı gibi metreküplerle ölçülen, kolayca oradan
oraya taşınabilir bir “malzeme” olarak görmez, içinde sakladığı bilmem kaç
“kilovat saatlik” enerjiyi gözüne kestirmeden önce, su döngüsü nedir, ekosistem
neye benzer, biyolojik çeşitlilik nasıl bir şeydir, önce bu gibi konulara
ciddiyetle kafa yorardı. Sonra da alacağı her kararda iki defa düşünürdü: Bir
defa ülkenin sağlıkla ve güvenle yaşatılmasından sorumlu olduğu o börtü böceği,
ağacı, kuşu, dağı, gölü için, bir defa da kaderi bütün bunlarınkine sıkı sıkıya
bağlı insanları için.
Oysa, bir yandan “boşa akan suyu önce yakalayıp biriktirelim ki kurudukları
zaman derelere geri verelim” diyebilen, bir yandan da “cinneti”, evinin belki
tek geçim kaynağı ineğini satıp mahkemenin bilirkişi parasını çıkıştırmaya,
böylece bir umut, ineğinden de önemli suyunu, açtığı dava yoluyla kurtarmaya
çalışan köylülere yakıştıran bir Bakanımız var. Çoğu zaten yaban hayatıyla hiç
tanışmamış metropol insanlarına “barajlar olmazsa içme suyunuz olmaz” diye
gözdağı verip ücra dağ pınarlarındaki dâhil her damla suya el koymayı mubah
sayıyorlar.
Esas mesele dünya görüşü
Dicle’yi kendi kendisine boğdurturken, nehir akmasa var
olamayacak canlılarını ve onların haykırışları olmuş sesleri kale almak yerine,
Hasankeyf’in “taşınmaz” eserlerini başka yere taşıtmak için
talimat verdiğini söyleyebilen, yeni Ilısu “köyü” yerleşkesine
övgüler düzmeyi görev sayan bir Bakanımız var. Allahın bozkırında, yazın 45
derece sıcaklık altında, Amerikan yaşam tarzına öykünmenin berbat örneği, bir
sürreal “ucube” olarak Ilısu “sitesi”, belki çimlerini sulayacak suyu bile
Dicle’den alamayacakken. Bu arada, devletimizin inayetiyle “villaya geçen”, bu
yüzden bir mostra, bir çeşit “vitrin mankeni” yerine konan köylülerin sözgelimi
beş-on yıl sonra hangi üretim/ tüketim ilişkileriyle hangi refah seviyesinin
keyfini sürecekleriniyse, bölgeyi ve insanlarını iyi tanıyan, Bakanın partidaşı
bir sosyoloji bilgini, çıkıp bizim için yorumlar belki.
Bütçesinin son yıllarda bilmem kaça katlandığıyla, personelinin sayısıyla,
camianın büyüklüğüyle gururlanan Bakan, teşkilatının her biriminde, her
kademesinde imzalar atıp onaylar veren yetkili memurlarının, yaptıkları işteki
yetkinlikleriyle de ilgileniyor mu peki? Sözgelimi masa başında
“kesme-yapıştırma” marifetiyle kotarılmış, doğru dürüst okunup incelenmeyen,
okunsalar da pek anlaşılmayan, anlayanlara danışma gereği de duyulmayan, falanca
siyasi ve ekonomik çevrenin baskısıyla derhal onaylanmış Çevresel Etki
Değerlendirme raporları içindeki saç baş yolduracak türden
saçmalıkların nasıl kitabına uydurulduğunu, o raporlarla uygunluk onayı verilen
müdahaleler yüzünden hangi eşsiz değerlerin hoyratça yok edildiğini, oraların
hangi “asıl yerlisi” canlıların yerinden, canından edildiğini kendine dert
edinmiş midir hiç? Ya da her yıl, ruhsatını ve harç parasını ödemişse eğer,
“Tamam, sen artık avcı oldun” deyip yabanda ateş etme hakkı tanınırken kaç
kişiye “aslında ne yaptığı” bilincinin hakkıyla verilebildiğini aklına getiriyor
mudur? Hemen ardından da, sayısı devede kulak kalan “resmi onaylı avcı”dan
başka, daha bir ordu eli silahlı kişi yüzünden yabandaki son kalıntıların da
kökü kazınırken, teşkilatının nasıl seyirci kaldığından ne kadar haberdar mıdır?
Herhalde çevre dendiğinde, birtakım “vatan haini” “çevreci tiplerin”,
“kışkırtıcı” eylemleri gelmiyordur Bakanın aklına. Bunun yerine, inşaatların
“çevre düzenini” filan düşünüyordur. Doğal alan ile yeşil alan arasındaki farkın
ne kadar farkındadır mesela? Veyahut çevrecilik tasavvuru, “ağaç dikelim”
gibisinden, “lay lay lom çevreciliği”nden mi ibaret? Zira bu derinliksiz
anlayışın “çevremizi temiz tutalım, doğayı koruyalım” gibi basmakalıp ve içi boş
söylemleri, bu konuda en yetkili ve en sorumlu olması gerekenler tarafından
öylesine sarf edilip duruyor ki, bazıları kendisi gibi, kerli ferli çevre
ödülleriyle onurlandırılıyorlar.
Tabii ki esas mesele “dünya görüşü” ile alakalı. “Yerkürenin canlı olduğunu
söyleyebiliriz: Toprak onun etidir. Üst üste gelmiş kaya tabakaları
kemikleridir, kasları süngertaşındandır, kaynaklarda kaynayan sular kanıdır.
Yüreğinin çevresini saran kan gölü okyanustur. Denizin gelgitleri gibi, nabzının
her atışında azalıp çoğalan kan yoluyla soluk alıp verir” diyen Leonardo da
Vinci, tüm doğayı, hem de “yaradandan ötürü” filan değil, salt öz varlığından
dolayı sevip anladığı için eşsiz sanatını yaratabilmişti. Bunun tam karşıtı bir
bakışla “su boşa akıyor, biz bakıyoruz” diyebilen profesör Bakan ise, küresel
iklim değişikliği diye bir derdimiz olduğunu yadsırken, “o devirlerde de yedi
sene bolluk, yedi sene kıtlık tarihi kayıtlara geçmiş” diye Yusuf peygamberin
rüya tabirlerine referansta bulunmuştu. Gerçi sonrasında küresel ısınma
tehdidini baraj yapmak için gerekçe diye öne sürmekte beis görmedi, ama olsun,
kendi kendiyle çelişmek iyi bir siyasi için meziyet olsa gerek!
Şimdilerde, Bakanın hararetle şekillendirip gündeme getirdiği, tabiatı
“kurutma” yasa taslağı can çekişen doğamıza ölümcül bir yara daha açmak üzere.
Öteden beri hiç barışık olmadığı ilgi sahibi sivil toplumun, üniversitelerin,
uluslararası örgütlerin, bütün mağdur olmuş ve olacaklarıyla tek tek kişilerin
yükselen itirazlarına kulak tıkayarak, zaten hiç kurulmamış “doğayı koruma ve
kullanma dengesini” ikincisi lehine, işin aslı belli zümreler lehine, adamakıllı
çökertme yolundaki engellerden bir bölüğü daha aşılmış olacak böylece. Ne
diyelim, torunlarımız ölmüşlerini hiç de hayırla yâd
etmeyecek!