Çevre Eğitimi; Çok Geç Olmadan



Ekonomist gözüyle bakıldığında çok rahatlıkla söylenebilir ki, Türkiye ekonomik araçları (vergi, subvansiyon ve emisyon ticareti gibi) çevreye ilişkin sorunlar ile mücadele etmekte nerede ise hiç kullanmamaktadır

Endüstrileşmeye ve artan insan nüfusuna bağlı olarak kötüleşen çevre sorunları, dünyanın öncelikli çözüm isteyen konularından biri haline gelmiştir. İklim değişikliği, katı ve sıvı atıklar, gürültü, insan soyu hariç her türlü canlı soyunun tehdit altında olması ve telafisi mümkün olamayacak şekilde doğaya verilen zararlar belli başlı çevre sorunlarıdır. Bu sorunlar ile mücadele etmek, sorunların doğası gereği birçok durumda uluslararası işbirliğini gerekli kılmaktadır. Çevre sorunlarına duyarlılık gelişmiş ülkelerde daha yaygın görülür iken, gelişmekte olan ülkeler de konunun önemi göreli olarak yeni yeni tartışılmaya başlanmıştır.

Avrupa Birliği (AB) ile çevre müzakere faslının açılış tarihi 21 Aralık 2009’dur. Müzakere sürecinin bayağı uzun ve sancılı geçeceği bilinen bir gerçektir. Çevreye ilişkin yasal (kanun, tüzük, yönetmelik, regülasyon gibi) düzenlemelerin teknik boyutları bir tarafa, AB ile uyum için en çok fon gerektiren fasıl çevre faslıdır. Fon miktarı olarak 50-60 milyar avrolara varan rakamlar telaffuz edilmekte ve en çok fon isteyen çevre sorununun ise atık suların geri kazanımına ilişkin olduğu belirtilmektedir. Asıl sorun bu fonun nasıl temin edileceği olmakla birlikte, ciddi, kararlı ve sürdürülebilir bir çevre politikasının eksikliğidir. Burada görev üniversitelerden tutun da, sivil toplum örgütlerine, iş dünyasına kadar herkese düşmektedir. Ama asıl belirleyici siyasi karar organları olacaktır. Çevre ve Orman Bakanlığı bu eksikliğin farkına varmış olacak ki 27-28 Mayıs 2010 tarihlerinde Sapanca’da bir çalıştay düzenledi ve sözkonusu çalıştaya 700 civarında paydaş katıldı. Çalıştayın amacı öncelikli sorunlar üzerinde paydaşların da görüşlerini alarak bir sonuç bildirgesi hazırlamak ve buna bağlı olarak Türkiye için bir yol haritası çizmek idi. Aslında bu gecikmiş bir adım olmakla birlikte bir başlangıçtır. Diğer taraftan çevre sorunları gibi çok geniş kapsamlı bir konuya ilişkin sorunların çözümüne ilişkin tartışma ortamını iki güne sığdırmak olanaksızdır.

Çalıştay esnasında tartışılan en önemli konulardan biri kurumlar arası koordinasyon eksikliğinin olmasıdır. Çevre konusunda AB’ye uyumdan önce kendi kurumlarımız arasında bir uyumun sağlanması gerekmektedir. Ancak o zaman çevreye ilişkin politikalar etkin bir şekilde uygulanabilecektir.

Ekonomist gözüyle bakıldığında çok rahatlıkla söylenebilir ki, Türkiye ekonomik araçları (vergi, subvansiyon ve emisyon ticareti gibi) çevreye ilişkin sorunlar ile mücadele etmekte nerede ise hiç kullanmamaktadır. AB’ye üye ülkelerin hemen hepsi araba vergilerini, arabaların emisyon özelliklerine göre yeniden yapılandırmıştır.

2002 yılında Maliye Bakanlığı, Motorlu Taşıtlar Vergisi’n de yeniden düzenlemeye gittiği halde çevreye ilişkin kaygıları göz önüne almamıştır. Yine akarkayıt vergileri AB’de hava kirliliğine karşı ekonomik bir araç olarak kullanılmakla beraber, Türkiye’de buna ilişkin bir uygulama mevcut değildir. Aynı şekilde birçok AB üyesi ülke ‘yeşil vergi reformunu’ hayata geçirmiştir. Bunu yaparken motorlu taşıtlar vergisi gibi ilk konuluş amacı mali olan yani bütçeye gelir sağlamayı hedefleyen vergileri yeniden yapılandırmış ve amacı tamamen çevreyi korumak olan yeni vergiler koymuştur. Vergiler sadece kirleten öder ya da kullanan öder ilkesini gerçekleştirmek için değil teşvik amaçlı da kullanılmaktadır. Örneğin evlerde yalıtım yapmak için kullanılan malzemeler düşük orandan KDV’ye tabi tutulmaktadır.

Yeşil vergi reformu

Uygulamada buna benzer çok sayıda örnek vardır. Yeşil vergi reformu kapsamlı bir reformdur ve ciddi bir şekilde uygulandığında başarılı sonuçlar vermektedir. Amaç zaten bütçeye ek gelir sağlamak değil, çevre adına farkındalık oluşturmaktır.  Mahalli idarelerin atık yönetiminde daha etkin bir rol oynaması yine vergiler aracılığı ile sağlanabilir. Mahalli idarelere çevreyi ilgilendiren konularda vergilendirme yetkisi verilmesi sorunların çözümüne katkıda bulabilir ve bu vergilerden elde edilen gelirlerin genel bütçeye akatrılmaması gerekir. Bu vergi gelirleri çevre sorunları ile mücadele de gerekli olacak finansman kaynaklarına katkıda bulunabilir.

Bir diğer önemli konu enerji politikasıdır. Türkiye’nin ciddi, sürdürülebilir ve hedefler içeren bir enerji politikasına gereksinimi vardır. Elektrik üretiminde kömürün payının azalması ve doğalgazın payının artması, doğalgaz daha az karbon içerdiği için karbon dioksit emisyonları bakımından sevindirici bir gelişme olarak düşünülebilir. Diğer taraftan doğalgazı ithalat ettiğimiz için sürdürülebilir enerji politikasından söz etmek olanaksızdır. Yenilenebilir enerji kanun tasarısı Meclis’te birtakım sorunlardan ötürü bekletilmektedir. Bu yasa tasarısı sorunlara getirilecek çözümler ile bir an önce yasallaşmalı ve Türkiye’nin alternatif enerji kaynaklarından ürettiği elektriğin toplam elektrik üretimi içindeki payı artmalıdır. Türkiye Kyoto Protokolü’nü imzalamış ama 2008-2012 döneminde sera gazı emisyonlarında düşüşü tahahhüt eden herhangi bir yükümlülük almamıştır. Bu nedenle Kyoto Protokolü’nün öngördüğü esneklik mekanizmalarından biri olan emisyon ticaretinden faydalanamamakta, ancak gönüllü piyasada satış yapabilmektedir. Ama 2012 sonrası belirsizlikler ile dolu olduğu için, gönüllü karbon piyasasının akıbeti de tam olarak bilinememektedir. Akla en yatkın çözüm 2005 yılından beri uygulamada olan ve en büyük pazara sahip olan AB Emisyon Ticaret Sistemi ile entegre olabilecek bir sistem kurmaktır.

Etkin mevzuat gerekli

Çevreye ilişkin sorunlar elbette ki hava kirliliği ya da katı/sıvı atıklardan ibaret değildir. Geniş kapsamlı düşünüldüğünde gıda güvenliği, halk sağlığı, bio çeşitliliğin korunması gibi konular da çevre sorunlardır. Aynı şekilde çevre sorunlar ile mücadele de etkin bir yol olmakla ile birlikte tek kullanılabilecek araçlar, ekonomik araçlar değildir. Yapılacak en önemli işlerden biri de etkin bir mevzuatın olması ve mevzuatın gereklerinin yerine bütün paydaşlar tarafından getirilmesidir. Son olarak bilinçlendirmenin çok önemli olduğu ve bunun bazen bir ya da iki nesil alabileceğidir. O nedenle küçük yaşlarda başlayan çevreye ilişkin bilinçlendirme eğitiminin önemi çok büyüktür ve aslında var olanı korumak en kolayıdır.

Doç. Dr. Ayşe Uyduranoğlu-Öktem Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi