Yaşamı boyunca İstanbul’u
güzelleştirmek, bu eşsiz kentimizin binlerce yıllık mirasını korumak için
insanüstü çaba harcayan, “Kalpaksız Kuvvacı”, bilge insan Çelik
Gülersoy’u yitireli altı yıl oldu. 6 Temmuz 2003 tarihi İstanbulluların
ve İstanbul’a gönül verenlerin acılı günüdür.
“Gri renk İstanbul’a hiç yakışmıyor” demişti bir söyleşimizde. Ne çok çaba
harcamıştı bu güzel kentimizi gri renkten kurtarmak için. Onun önerilerine,
yazdıklarına ne acıdır ki kimse kulak asmadı. Toplumumuza yeni bir yaşam
biçimini yerleştirmeye çalışan kimi çevreler, vurguncular, kolay para kazanma
yolunu seçenler onun girişimlerini engellemek için her türlü çabayı
harcadılar.
Çelik Gülersoy, İstanbul’un dört tablodan oluştuğunu yazar.
Birinci tablo: Roma ve Bizans, ikinci tablo:
Osmanlı, üçüncü tablo: Cumhuriyet, son tabloyu
ise “ortada” tanımlarken tarihi yapıları yağmalanan, doğası
acımasızca yok edilen bu kentimizin yavaş yavaş elden gittiğinden yakınır.
İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Beyoğlu’nun
saymakla bitmeyen çekiciliği, gece gündüz sürüp giden renk dolu yaşamı Çelik
Gülersoy gibi beni de her dönemde etkilemiştir. Çelik Gülersoy bir söyleşimizde
Beyoğlu’nu şöyle anlatmıştı:
“En sevdiğim şeylerden biri, tenha bir pazar günü Beyoğlu yamacının
Tophane’ye indiği meydancıkta bulunmak ve çevreyi teneffüs etmektir. Venedik
Sarayı, İtalyan Okulu karşılarında yine öyle bir yapı ve arkada Fransız
Mahkemesi’nin yüzü fiyonk- lu, kurdeleli biblo yapısı. Bozulmadan önce bu şehrin
ne kadar zengin olduğunu anlamayanlar oraya gitsin. Biraz Roma, biraz Paris. Ama
İstanbul’da. O kadar İstanbul ki az ötede Karabaş Camii, selvileri ve basit,
sevimli yapısıyla yukarıda belki biraz üşümüş olan ruhumuzu, üstüne nane
ufalanmış bir köy çorbası gibi ısıtır.”
Beyoğlu’nda ve İstanbul’da her şey yerli yerinde kalsaydı, bu eşsiz kent
günümüzde farklı bir görünüm kazanırdı. Değişim yalnız Beyoğlu’nda değil
İstanbul’da da sürüp gidiyor. İstanbullu dostlar da bu baş döndürücü değişimi
seyretmekle yetiniyorlar. Çelik Gülersoy 2009 yılının İstanbul’unu iyi ki
görmedi. İstanbul’un günümüzde yankesicilerin, hırsızların, dini pazarlayanların
ve kapkaççıların cenneti olduğunu görseydi çok üzülürdü.
Yalnız İstanbul’un değil ülkesinin de sorunlarını kendisine dert edinen
Gülersoy’un gönülden bağlandığı Mustafa Kemal için söylediği şu sözlerini nasıl
unutabiliriz?
“En ileri toplumların ve ülkelerin bile, ancak birkaç yüzyıl sonunda
başarabildikleri bir düzeni Atatürk, olağanüstü iradesi ile, Türkiye’ye birkaç
yılın içinde sundu. Hangi ülkede, kanlı bir savaşın hemen ardından, ateşten
çıkmış bir komutan, her biri bir barış, sanat ve güzellik bahçesi olan müziğin,
tiyatronun, operanın, perdelerini açabilmiştir?”
Kemalizm için de şöyle demişti: “Bu bir ekol değil, bir yoldur, bir
sentezdir. Bak, ona gönülden bağlıyım. Çünkü ben o mutlu dönemi yaşadım,
gördüm.”
Çelik Gülersoy, her dönemde “gelene ağam, gidene paşam” diyen, “keyifli ve
tatlı” yaşam sürmeye alışmış kimi sorumsuzlara da şöyle seslenmişti:
“En garibi, bu yola düşenlerin çoğunun, dünkü sosyalistler oluşu. Yeni
dünyaları için, dünkü Cumhuriyeti her şeyi ile kemirmeleri gerekiyor. Yaptıkları
bu.”
İstanbul’dan bana yazdığı 3 Nisan 2000 tarihli mektubunda şöyle demişti:
“Bendeniz Cidde’ye gelemeyeceğime göre, İstanbul’da tekrar görüşebilmek
umuduyla saygılar ve sevgiler sunarım. Tabii daha iyi bir randevu yeri Seine
kıyısı olabilir!”
Değerli dostum Çelik Gülersoy’u saygıyla anıyorum.