Film gösterileri; İstanbul'un, bu kez gizli toplar damarlarına, keşfedilmeyi bekleyen yapılarına, alanlara yayılması; oluşturulan okuma köşeleri, eş zamanlı etkinliklerle bütünleşme çabaları, 9. İstanbul Bienali'ni, iki yılda bir İstanbullu olmaktan; o çok parçalı görünümünden biraz olsun kurtaran yenilikler olarak anılarda kalacak.
İstanbul konu edinilince, bende uyanan çok çelişkili duygulardan, çağrışımlardan biri de; durmaksızın genişleyen oylumuna, kucaklanamaz iriliğine, katlanılmaz oburluğuna karşın, yine de çekiciliğini yitirmeyen bir kadın imgesidir. Geçmişindeki gizemi, taşının-toprağının bereketini büyük bir kıskançlıkla kimselerle paylaşmayan bu organizmada yaşamak, aslında büyülü bir kayboluştur.
Charles Esche ile Vasıf Kortun'un 9. İstanbul Bienali'ndeki İstanbul'u ise, diğer büyük kentlerden derlenmiş izlenimlerin, politik yaklaşım sandıkları entel-dantel özenti bir maya karıştırılarak yoğrulmuş genellemeleriyle yetinilerek karşımıza çıkarıldı. Göç olgusu, yabancı düşmanlığı, küreselleşmenin iyice kışkırttığı ırksal ve dinsel ayrımcılık; yalnızca izlemekle yetindiğimiz, çözümler öneremediğimiz, ama bu şiddetin, korkunun içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız bir çerçeve olarak sunuluyor.
Kurmaca anlatımlar
Oysa, İstanbul'un Doğu ile Batı'nın buluştuğu altın odak olması, sil baştan yeniden yazılması olanaksız tarihinin temelini oluşturur. Onu Prag'dan, Paris'ten, New York'tan, Budapeşte'den başka kılan şey, şiirselliğini bir anda acımasız bir tutkuya dönüştürmesindeki kıvraklığıdır. Örnek vermek gerekirse, 'Free Kick', özgür bir vuruş mudur, rastgele bir tepişme midir, anlayamadım. Sanırım bu serginin küratörü Halil Altıdere de, çevresine topladığı gençlerle hangi söylemi, hangi ucundan yakalayacağını pek kestirememiş. Şiddeti şiddetle anlatmak, sanatsal yaklaşım mıdır? Önce bu soruya yanıt aramak iyi olacak.
''Denk Gelişine Vuruş'' sergisindeki çalışmalardan biri beni çok etkiledi: Canan Şenol'in, küçücük bir kızın nasıl işkence gördüğünü anlattığı görsel kayıtlarındaki tortu bırakan iz, benliğe ve bedenimize yabancılaştırılmamızın öyküsüydü. Bedenin çektiği acının ta derinlere işlemesiyle benlikten uzaklaşan ses, bu korkunç anı sanki dışardan izleyen bir ikinci tekilin ağzından anlatmayı sürdürüyordu. Çünkü varlığın imi olan beden öylesine değerlidir ki, ona yapılan saldırı, ancak inanmak istemediğimiz bir kötülük olarak özümsenebilir.
Artık gelenekselleşmiş İstanbul Bienali'ndeki 9. buluşmamızda, kurmaca anlatımları da öne çıkaran bir yaklaşım ağır basıyor. Videonun merceği ile, dijital teknolojinin gözüyle bakmak, görmek sayılır mı? Habercilikte de aynı yaklaşım egemen. Doğal yıkımların, terör saldırılarının, cana kıymaların ayrıntılarıyla gösterilmesi; 'reality show'lara duyulan ilgi, kanıksanmış bir küresel göçebeliği yaygınlaştırıyor. Sanki o acımasız, o kanlı görüntüleri oralara-buralara bıraktığımız bu yapay gözler kurgulamışlar da, pusuda beklemedeler.
Yerle zamanın boyutlarını, neredeyse tarihi yeniden yazmayı göze alan bir pervasızlıkla belirsizleştirmenin en göze batan örneğini, politik iletide bulunduğunu sanan Michael Blum veriyordu: Deniz Palas'ta Safiye Behar 'lı, Mustafa Kemal 'li anlatımlara girişen Blum'un kurmaca öyküsü, bu yıl öznelliği iyice ayaklar altına alan magazinciliğin düzeysizliği kadar itici; Latife Hanım'ı, Fikriye Hanım'ı konu edinmeye kalkışan şarlatanlıkların ortaya koyduğu düzeysizlikten bile daha irkilticiydi. Sanatın kurgulaması geleceğe ilişkindir; bazen öneridir, bazen de başkaldırı. Olanın bitenin görsel kayda geçirilmesi ya da uydurmacalarla geçmişin silinmeye kalkışılması anakronik bir gezinti bile sayılamayacağı için, geriye işlevsiz, söylemsiz sayıklamalardan başka hiçbir şey kalmaz. Burada sergilenen, AB'nin sarı karantina yıldızlarıyla donatılmış mavi türbanlı kadın fotoğrafı, nedense 'Üyelik görüşmeleri çerçeve antlaşması' geciktirilirken, Türkiye karşıtı gösteriler düzenleyenlerce tüm Avrupa başkentlerinde 'Doğulu Anadolu' imgesi olarak pek benimsendi; sanki bir bayrak gibi kullanıldı.
İstanbul'u düşünmek
İstanbul da böylesine yüzeysel kavrayışlara, görkemli sessizliğiyle ya da boğucu gürültüsüyle karşılık vermekte. Aslında bu olağanüstü varlığın, tematik ele alışlara kolaylıkla boyun eğmeyeceğinin düşünülmesi gerekirdi.
Film gösterileri; İstanbul'un, bu kez gizli toplardamarlarına, keşfedilmeyi bekleyen yapılarına, alanlara yayılması; oluşturulan okuma köşeleri, eşzamanlı etkinliklerle bütünleşme çabaları, 9. İstanbul Bienali'ni, iki yılda bir İstanbullu olmaktan; Hisseli Harikalar Kumpanyası'nın uyumsuz, o çok parçalı görünümünden biraz olsun kurtaran yenilikler olarak anılarda kalacak. Bizi, içinde yitip gittiğimiz İstanbul üstüne daldığımız düşüncelerle baş başa bırakması da cabası...